18.07.2018

BEDDUAMIZI ETTİYSEK HAREKETE GEÇELİM ARTIK / 2. BÖLÜM


Belki daha önce yazdıklarım birey olarak bizi aşan önerilerdi. Bizim yetkimizin, gücümüzün üstünde ama asla imkansız değil. Zamanla olacak, olmalı.Daha önceki bir yazımda bahsetmiştim, evlenecek olan çiftler mutlaka kişilik testinden geçirilmeli diye. Bunun  çocuk sahibi olmak isteyenlere de uygulanması şart. Eğer şiddete eğilim, sapkınlık  gibi arazlar varsa da psikolojik tedaviye tabi tutulmalı. ( Ne kadar da ütopik düşünceler diyenlere  şiddetle " Gizli Sayılar" filmini izlemelerini, bir daha , bir daha izlemelerini tavsiye ederim)

Sevgi, şefkat, ilgi dolu ebeveynlere ihtiyacımız var. Bu nasıl olacak bilmiyorum. Evrim teorisine inanmayan bir insan olarak, maymunun zamanla insana dönüşmesini kabul edebilirim de , kızına göz koyan, hamile bırakan  babadan, olup bitenin farkına varamayan, varsa da  göz yuman  anneden  sevgi dolu anne babaya nasıl ulaşabiliriz , işte bu aklımın sınırlarını zorluyor. Ancak, umutsuzluğa yer yok diyorum. Herkes ya üstüne düşeni yapacak ya da yapacak.

Kadınların çok okuması, eğitilmesi, geliştirilmesi şart. Size de garip gelmiyor mu? Kadının yetiştirdiği erkek, gün geliyor başka bir kadına şiddet uyguluyor, taciz ediyor, tecavüz ediyor, öldürüyor. O halde hiçbir kadın bir diğerinin kuyusunu, mezarını, cehennemini kendi elleriyle hazırlamamalı. Tam tersine öyle yetiştirilmeli ki oğullar, her biri tüm kadınların kaderini değiştirecek, tüm erkeklere örnek olacak kadar bilinçli, mert olmalı. Belki çok uzun zaman alacak ama şiddet ve tecavüz olaylarını  mümkün olduğunca minimize etmenin en kesin yolu bu. Bir yandan kadınlar kendi varlıklarının, değerlerinin farkına vararak , kendi benliklerini koruyabilecek seviyeye getirilirken, erkekler de kadınların "insan" olduğunun  bilinciyle büyüyecekler. Kimse bir başkasının hayatına, onuruna,  bedenine kastedemez .


Anne babalar, özellikle anneler çocuklarını daima gözlemlemeli. Çocuktaki ani kişilik değişiklikleri , içe kapanma, aşırı agresif hareketler, irkilme, korkma,  tedirginlik, gece görülen kabuslar, yatağı ıslatmalar , belki çocuğun  dışa vuramadığı şiddetin, tacizin tezahürleri olabilir. Ergenliktendir deyip geçmemeli. Çocukla iyi ve güvene dayalı bir iletişim kurulursa , satır araları iyi okunursa, birçok istenmeyen durumu önlemek, erken fark etmek  mümkün olacaktır. Mümkün olduğunca basit bir dille  , olası tehlikeler çocuğa anlatılmalı. Özellikle Aamir Khan'ın videosu bu konuda  öğretmenler ve ebeveynler için iyi bir kaynak olacaktır.

Çocuk 18 yaşına kadar zorunluluk olmadıkça aileden ayrılmamalı. Yatılı okullar, kurslar.. vs. tacizin, tecavüzün daha çok görüldüğü yerler.  Yakın geçmişimizde bu tür olaylara ( ne  yazık ki) fazlasıyla şahit olduğumuz için açıklamaya gerek yok sanırım. Hepimizin sosyal medyada  esip yağdığımız,  gerçek hayatta ise yaprağın kıpırdamadığı, sineye çektiğimiz, üstünü örttüğümüz olaylar....
( Empati yapmalıydık oysa. Sokaklara dökülmeliydik.  Neden araştırılmasını istemiyorsunuz, neden komisyon kurulmasına karşı çıkıyorsunuz diye her vekili cevap alana kadar , harekete geçirene kadar sorguya çekmeliydik...)

İşini severek, heyecanla yapan insanlara ihtiyacımız var. Özellikle de öğretmenlere... Zira  öğretmenlere sadece çocuklarımızı değil, ülkenin geleceğini, kaderini emanet ediyoruz. Geleceğin insanı öğretmenlerin elinde şekil alıyor. Özellikle ilkokul seviyesindeki çocuklar üzerinde  öğretmenler, anne babadan daha etkili oluyorlar. O halde , bir öğretmen öğrencisine sadece bilgiyi yüklememeli. İnsan, hayvan, doğa sevgisini, paylaşmayı, yardımlaşmayı, zayıf ve darda olanı korumayı..... kısacası iyi ve sorumlu bir insan olmak için gerekenleri öğretirse  sorunlu insanlar azalacaktır. 

Bu dünya bizim, hepimizin .. Ne yazık ki başka gidecek yerimiz yok. O halde yaşanılır yapmaktan başka çaremiz de yok. 
Dün akşam kısa bir video izlemiştim. Belki çoğunuz izlemişsinizdir. İki bilim adamı, palm yağı elde etmek için insanların düşüncesizce tahrip ettiği çorak bir alana , anlaştıkları bir firma vasıtasıyla 12 bin ton portakal kabuğu bırakıyor. Ve proje unutuluyor, oraya kimse uğramıyor. 16 yıl sonra döndüklerinde  bitki örtüsünün tamamen değiştiğini, hayvan türlerinin o bölgeye akın ettiğini, ağaçların büyüdüğünü ve geliştiğini  görüyorlar. Tamamen tahrip edilen alanlar, sabırla , zamanla hayata döndürülebiliyorsa,  biz neden başarmayalım? 

Sevgiyle, güzel günlere......



10.07.2018

Aylar sonra dönüp yazabildiğim için biraz da olsa umudum vardı, devam edeceğime dair. Ne yazık ki bilgisayarım bozuldu ve telefondan yazmak beni çok zorluyor .
Bi’ yerlerde tabletim olacaktı . Bulabilirsem ikinci bölümü hemen yazmak istiyorum .
Sevgiyle kalın ...

4.07.2018

BEDDUAMIZI ETTİYSEK HAREKETE GEÇELİM ARTIK / 1. BÖLÜM

Belki yazdıklarımı üstüne alınanlar olacaktır, umarım olur, hatta lütfen alın...
Kaç gündür ne tarafa dönsem masumların fotoğrafları,altına iliştirilmiş bir kaç cümle. En can alıcısı da " seni koruyamadık, bizi affet"!! Evet koruyamadık, bu kafayla gidersek geride kalanları da koruyamayacağız. 
Bu fotoğrafları her türlü sosyal medyada yayınlamanın amacı nedir ,bilen bana da söylesin. Onlar bir kere öldü ( öldürüldü),  siz anne babayı defalarca öldürdüğünüzün farkında mısınız? Biraz empati lütfen!
Toplum olarak psikolojimizi bozmak ya da bu olayları zamanla kanıksamak bana göre daha büyük tehlike ve sorunu çözmeyecek ne yazık ki...Lanet okumak, beddua etmek ve idam çığırtkanlığı yapmak yerine, herkes elini taşın altına koysa, çözüm yolları düşünse ve bunların uygulanması için elinden geleni yapsa olmaz mı? 

Emniyet, Savcı- Hakim, Psikolog- Psikiyatristlerden müteşekkil her il bazında komisyonlar kurulmalı  ve her ilin şiddet/ taciz- tecavüz haritası çıkartılmalı. Özellikle bu tür vakaların yoğunlukta olduğu şehirler başta olmak üzere,  bilgilendirme ve eğitim çalışmaları yapılmalı. Gerekirse ev ev dolaşılmalı, kahvehanelerde toplantılar, eğitici seminerler düzenlenmeli..

Şiddeti hayatımızdan çıkarmalı. Geçtiğimiz yıllarda bir genç kızımızı tecavüz edip öldüren hasta ruhlunun annesinin "babası beni döverken korkudan bir kenara sinerdi" şeklinde verdiği ifade ve diğer araştırmalar gösteriyor ki , çocukluğunda şiddete maruz kalmış, şiddetin devam ettiği ortamlarda büyümüş çocuklar, yaşadıkları travma nedeniyle ( gerekli tedaviler yapılmadığı takdirde) şiddete ya da  cinsel sapkınlığa eğilimli oluyorlar. Şiddet, tecavüzden sonraki  insan onuruna vurulmuş en büyük darbedir. Fiziksel başta olmak üzere hiçbir şiddet türü ,hiçbir canlı için kabul edilemez.

Şiddet uygulayanlar şikayet edilmese bile mutlaka tedavi edilmeli. Eğer bir kadın, bir çocuk ( nadir de olsa erkek) şiddet gördüğüne dair rapor almak için başvuruda bulunduysa, şikayetçi olmasalar da,  eğer bir kadın ya da erkek boşanma dilekçesine "şiddet nedeniyle" ibaresini yazdıysa, boşanma olsun ya da talep geri çekilsin, fark etmez, şiddeti uygulayan şahıs zorunlu olarak psikolojik tedaviye tabi tutulmalı.

Toplum bu konularda bilinçlendirilerek sessiz ve seyirci kalınmaması anlatılmalı. Karı- koca arasına girilmez, aman başım derde girmesin, belayı üstüme çekmeyeyim düşüncelerinden vazgeçilmeli. Sokakta yürürken, pazarda dolaşırken, köyde kentte, açık kapalı her türlü alanda uyanık olmak zorundayız. Gözümüz tüm çocukların üzerinde olmalı.

Tacizci ve tecavüzcülerin isimleri ve fotoğrafları yayınlanmalı. Mağdurların / kurbanların değil. Adaletin serbest bıraktığını  gerekirse toplum dışlayarak cezalandırmalı. Ya adam olacaklar , ya adam olacaklar.Şiddet uygulayanlar için de geçerli.

Hafifletici sebepler, cezada indirimler bu tür suçlular için uygulanmamalı. Duruşma anında düzgün giyimli, başı önde diye hakimler " bir daha suç işlemeyeceğine dair kanaat oluşması nedeniyle...." türünde bir ifade ile salıverme, cezasını indirme  yoluna gitmemeli.

Sınır tanımayan psikologlar/ psikiyatristler  birliği oluşturulmalı. Valiliklerle koordineli, belirli aralıklarla ve düzenli olarak yurt genelinde tarama yapılmalı. Çocuklara, gençlere, kadınlara destek verilmeli, eğitilmeli. Sorunlarına mümkün olduğunca çözüm üretilmeli.

Çalışan sayısı 100'ü geçen her iş yerine şiddet gördüğü için boşanan, tacize - tecavüze uğrayan kişilerden en az bir kişiyi çalıştırma zorunluluğu getirilmeli. İş ve İşçi Bulma Kurumu  bu kişilere öncelik tanımalı. Ve kimlikleri, işe alınış sebepleri gizli tutulmalı. ( mümkün olduğunca). Devlet gerekirse "maaşı senden, sigorta primi benden" şeklinde kolaylık sağlamalı. Aynı sistem, her 100 danışan başına 1 kişi olmak üzere psikolog ve psikiyatristler için de uygulanmalı.


22.01.2018

GÖZLEMLİYORUM, GÖRÜYORUM...



Kuş gözlemciliği yapar gibi insanları gözlemliyorum. 
Neden kuş gözlemciliği dedim ? çünkü üç beş kuş hariç kuşları tanımıyorum. Tıpkı çevremdeki üç beş insan hariç kimseyi çözemediğim gibi... Ha, bir de kuş gözlemciliği sabır isteyen bir iş. İnsanları gözlemlerken de sabırlı olmak lazım.
Neyse , konumuz kuşlar değil zaten, fareler de değil.. İnsanlar..Sorun şu ki, insanlar  hızla değişiyor. Ben  tanımaya , çözmeye çalıştıkça, gözlem yaptıkça, araştırıp öğrendikçe  bildiklerim aritmetik artarken insanların davranış tarzı  geometrik artıyor. Bu böyle olduğuna göre, şöyle bir durumda  şunu demesi ya da yapması lazım diye teori geliştirmişken , hoooppp başa dönüyoruz. Çünkü insanlar benim öğrenme hızımı katlayarak tarz değiştiriyor. 
Sonunda işin içinden çıkamayıp, kabataslak kategorize etmeye karar veriyorum. Elime geçen her türlü davranış tarzını , önce bu sınıflandırma  içine sokmaya çalışıyorum. Hiçbirine uymazsa , daha derin sınıflandırma yapana kadar , en çok uyan içinde olması mantıklı geliyor.

Tartışmaya açık olarak  iddia ediyorum ki, insan davranışlarının altında yatan, kişiliğini oluşturan sebeplerin başında "sevgisizlik /ilgisizlik" geliyor. Sevgi ile ilgi,  ikisi eş değer değildir elbette ama birlikte olmak zorundadır. Sevgisiz ilgi, ilgisiz sevgi kadar boş ve yetersiz olacaktır. Kıskançlığın, özgüven eksikliğinin,  gelgitlerin,  hırçın kişiliklerin.... çoğunun  altı deşilse sevgisizlik çıkar karşımıza.  Bir söz vardır " kadını geçimsiz yapan sevgisizlik, sevgisini yok eden ilgisizliktir.."  diye. Cinsiyetçiliği bir kenara bırakıp,  bunu "insan" olarak değiştirmek istiyorum. Sevgiyle iyileştirmeyi beceremediklerimiz olur mutlaka ama sevgisizlikle hasta etmediğimiz insan olamaz. Bir şeyin eksikliği maraza  sebep oluyorsa, o marazın tedavisi de  eksikliği tamamlamakla mümkün olabilir ancak. Yani  sevgi ve şefkat gösterdiğiniz  takdirde  bambaşka bir insan görürsünüz karşınızda. Eğer  sevginiz, ilginiz iyileştiremiyorsa o insanı ya hastalık artık amansız bir hal almıştır, ya da sevgisizlik sadece tetikleyici rol oynamıştır insanın içindeki kötülüğün, fesatlığın, geçimsizliğin  dışarı çıkmasında. Dünyanın , insanlığın sonu sevgisizlik yüzünden olacaksa eğer, kurtarmanın tek yolu da her köşebaşına sevgi tohumları ekmekle,  kalplere sevgiyle dokunmakla mümkün olacaktır. Sevgisizlik mutluluğun, huzurun,  barışın,  bereketin ,  önüne  çekilmiş alabildiğine yüksek ve muhkem duvar... Sevgi, ilgi, şefkat ise  o duvarı çıkacak en büyük güç. 
Sevgi,  kurumuş , çorak kalplere ab-ı hayat .... 
Bazen huzurlu bir nefestir sevgi, bazen sıcacık bakış, bazen yüreği  sarıp sarmalamaktır.
Nefret dolu bakışların,  anlamsız dokunuşların, hoyrat tavırların üzerindeki buzu çözecek olan tek şey sevgidir. 
Günebakan çiçeklerinin güneşe dönmesi gibi, yürekler sevgiye döner . 
Sınırsız  olduğunda, nefrete sınır çizendir sevgi...Sonra da o çizgiyi daraltıp yok eden...
Zamanın yakasını rahat bırakın ,zira  her şeyin ilacı sevgidir.
Korkmayın sevmekten, sevgiyi dillendirmekten, dile pelesenk etmekten.
Dünyayı yaşanır kılacak olan iksirdir sevgi. Sadece insanı değil, canlı cansız tüm varlığı sevmek gerekir ki,    göz gibi, kulak gibi  sevgi de duyularımızdan biri olsun. Anlamada, tanımada, uyum ve uzlaşmada  elimiz ayağımız olsun.....

İkinci sebep, yaşanan travmaların etkisi. Bu konuyu çok uzatmaya gerek yok,   anne babadan birinin veya her ikisinin  erken kaybı, çocuk yaşta maruz kalınan şiddet, ağır hastalıklar, maddi imkansızlıklar,  kazalar, doğal afetler, insan veya hayvan saldırısı ... birer travmadır. Dönün  çocukluğunuza, bakın etrafınıza , ne demek istediğimi anlayacaksınız. Uzmanlar der ki, ciddi ruhsal bozuklukların kökeninde ruhsal travmalar yatar.  Çünkü  çaresizlik içerir, maruz kalanın gücünü aştığı için zaten travmadır. Karşı karşıya kalınan durumla ilgili baş edememe duygusu, adeta insanın üzerine yapışır, yakın temasta bulunduğu  insanları da bataklık gibi içine çeker. Hep derim, geçmişini bilmediğiniz insanı asla gerçekte tanıyamazsınız. Anne babası tarafından şiddet gören , başkalarıyla kıyaslanan, öğretmeni tarafından aşağılanan, hep başarma baskısıyla  büyüyen çocuklar, ileri yaşlarda bambaşka tavırlar sergileyebilirler. Ummadığınız anlarda , tahmin etmediğiniz tepkiler verirler. Sonra düşünür durursunuz benim gibi, neden böyle dedi, neden böyle yaptı  diye.
Bu konu ciddi bilgi birikimi ve uzmanlık gerektiği için ,  konuyu  kısa geçiyorum.... 

Son sebep biraz daha geniş kapsamlı. Kişinin sadece kendisine yönelik değil çünkü. Yani hiç tanımadığı bir insan için de geçerli olabilir, geçmişe ait de ... İnsanın hazmedemediği, kabullenemediği, mantığına oturtamadığı, aklının almadığı olaylar, durumlar, haksızlıklar. Bazen inancını sorgulamak zorunda kalır insan. Sorularına cevap bulamadıkça işler çığırından çıkar.. Kimi işine verir kendini, kimi okumaya, kimi serkeşliğe. Etrafına bağırıp çağıran, can yakan insanların canını yakan  bir problemleri vardır genelde. Adalet, hak, hukuk kavramı etrafında biriken cevapsız sorular dayanılmaz hal almaya başlar bir süre sonra. Rıza, kabullenme, tevekkül  gerektirir ruhun sükunete ermesi için. Çok fazla sorgulama , irdeleme yaraya kezzap dökmek olur.  Neden dersin, küçücük çocuk, çaresiz kadın, zavallı adam.... ne günahı vardı, ne suçu vardı ? ..... Allah'ın rahmetiyle, şefkatiyle ters düşüyordur olup bitenler. Gücü yetmez olup biteni değiştirmeye, gücü yetenin neden  izin verdiğini düşünür ...  Seyirci kalmak  yer bitirir insanı. Yönünü çevirir mecburen. Ya unutmaya çalışır, ya da günahsızların hırsını başka günahsızlardan çıkarmaya  başlar. Bozulan dengesi sadece kendini değil,  dokunduğu, baktığı herkesi sendeletir. Düşünmekten kaçmak için kırar döker. Kırarken çıkan  sesler, beynindeki uğultuları bastırsın ister. Farkında bile değildir üzdüklerinin... Zamanla haksızlığa isyan için çıktığı yolda , yeni isyankarların varlık bulmasına sebep olur.
Bu insanlar içimizde, hatta belki de biz bu insanların içindeyiz, kimbilir.. Demem o ki, insanlık zor zenaat . Bunca zorlukla uğraşırken  birbirimizin hayatını zorlaştırmayalım  n'olur.... Başkalarına verebileceğimiz şeyler varsa esirgemeyelim, elimizden geldiğince sabırlı ve anlayışlı olalım. Hep istemekten, anlayış beklemekten, sabrın sınırlarını zorlamaktan  kaçınalım. Bencillikten sıyırılıp etrafımıza bakalım. Yaralayarak değil, yara sararak iyileşebileceğimizi unutmayalım.

Ben aslında tezat iki durumda da kendini haklı çıkaran bir arkadaşımı çekiştirecektim, konu nerelere geldi !!!

Bu kadar uzun yazıyı okuyabildiniz mi, buralara kadar gelebildiniz mi bilmiyorum ama, ben bile  kendimden  sıkıldım şu an ;)

Sevgiyle kalın.....


17.01.2018

ARAMIZDAKİ SÖZLER / The Mountain Between Us



İzle, mutlaka izle, sen seversin baskılarına dayanamayıp, biraz da Oscar ödüllü oyuncusunu ( Kate Winslet)  referans alıp izledim Aramızdaki Sözler'i.. 
Gazeteci Alex  ile doktor Ben kötü hava şartları yüzünden uçuşlar iptal edilince birlikte özel uçak kiralayıp yola çıkarlar. Ben ameliyata , Alex kendi düğününe yetişmek zorundadır. Ancak pilot kalp krizi geçirir , uçak güç bela inerken parçalansa da kurtulurlar ve karlı dağların arasında, soğukta mahsur kalırlar. Filmin neredeyse tamamına yakını sadece iki oyuncuyla karların arasında geçer.
Belki  güzel bir film olduğu konusunda kendimi şartlandırdığım belki de hayata dair şartlandırmalardan arınıp izlediğim için beğendim.  Hatta bayıldım.
Alex  sarışın , alımlı bir kadın, Ben siyahi  bir adam...
Alex Ben'i korkaklıkla suçlayacak kadar cesur,  Ben Alex'i bencil bulacak kadar temkinli...
Alex dışa dönük, konuşmayı, sormayı,sorgulamayı seven, daha  çok mantığı ile hareket eden bir kişiliğe sahip. Ben duygusal,  daha  içine kapanık, iç dünyasında olup biteni dışa yansıtmayı pek sevmeyen, paylaşmayan  karakterde bir adam...
Ve bunca  aykırılığa, uç özelliklere rağmen  bu iki insan birlik olup  hayatta kalma mücadelesi veriyorlar.  Ben kendi hayatı pahasına  ayağındaki sakatlık yüzünden yürüyemeyen Alex'i yalnız bırakmıyor. Alex verdiği cesur kararlarla,  Ben'i de kendi kabuğunu kırma konusunda yüreklendiriyor. Aralarındaki güven o kadar güçlü ki,  ister istemez filmimizin kahramanları  yakınlaşıyor, hatta bağlanıyorlar. 
Aşk mı sevgi mi sorusuna "kesinlikle güven" diyorum bundan sonra. Birine hayatınızı emanet etmek zorunda değilsiniz elbette. Lakin, bir ilişkiye başlarken duygularınızı emanet ediyorsunuz . (Bunu kadın- erkek ilişkisi olarak sınırlandırmıyorum , her türlü insan ilişkisi için geçerli.) İnsanın duygularını emanet etmesi demek, duygularının görmezden gelinmeyeceği , telafisi imkansız yaralar almayacağı,  duygularının önemseneceği,  zedelense de tamir edileceği anlamını taşır. Birinin sizi üzmeyeceğinden asla emin olamazsınız belki, bu insanın yaradılışına aykırı. Bile isteye üzmeyeceğinden emin olabilirsiniz sadece. Üzdüğünde kendisinin de üzüleceğini bilirsiniz. 
Hayallerinizi emanet edersiniz, çünkü güveniyorsunuzdur. Hayallerinizi gerçekleştirmez belki. Ama sizi, gerçekleştirmeniz için yüreklendirir, motive eder. 
Acılarınızı emanet edersiniz. İnsan yüreğinin acısı dışarıdan görünmez pek. Alçısı, sargısı, izi yoktur çünkü. Bunlar olsa, kolaydır, görür ve oralara dokunmaz, vurmaz.  Yürek acısını gösterdiğinizde , saklama ihtiyacı hissetmediğinizde o insana  güveniyorsunuz demektir. Artık o konuda hassas olacağını, sizi oradan vurmayacağını bilirsiniz. 
Bütün bunlardan daha önemlisi, birinin böylesine güvenebileceği biri olmanın verdiği haz ... Saygının olduğu yerde sevgi de gelir derler. Belki doğrudur, belki güven saygının da önüne geçiyordur kimbilir. Bildiğim tek şey, güvenmediğiniz insanla yola çıkamazsınız...


Görsel açıdan manzaralar müthiş. Özellikle benim gibi İzmir'de oturan ve kar yağışına pek şahit olmayan biri için...  
Bu film izlenir...

aramızdaki sözler ile ilgili görsel sonucu

7.01.2018

THE CONFESSİON (1999) / İTİRAF

İsmini hatırlamadığım bir İran filmini izlerken de aynı şeyi düşünmüştüm "Memleketimin şu anki haline ne kadar çok benziyor !!"
The Confession filminin başında da aynı düşünceye kapıldım. Ateşler içindeki oğlunu kaptığı gibi hastaneye koşan filmin kahramanı, ilgisizlik neticesi başka hastaneye gitmek zorunda kalıyor, ancak oğlunu daha yolda iken kaybediyor. Bildiğimiz , aşina olduğumuz manzaralar kısacası. Ve  yine tahmin ettiğiniz üzere, baba adaleti kendisi sağlamak için  işlerinin  sorumluluğunu taşımadıklarına kanaat getirdiği kayıt memurunu, doktoru,   hemşireyi öldürüyor.  Tabi filmin bundan sonrası hiç tahmin etmediğim şekilde gelişiyor. 
Çok güzel, anlamlı, felsefi vs. diyebileceğim  cümleler vardı. Aklımda tutamadım, akışı bozmamak adına durdurup yazamadım... Ama şunları unutmam mümkün değil;
"Doğru olanı yapmak zor değildir, doğru olanı bulmak zordur.."
"İyi birinin de günahı olabilir." Günah insanı  kötü biri yapmaz ...

Bizler yaptığımız hatanın, yanlışın  kılıfını bulmakta hiç zorlanmayız genelde. Zaten yaptığımız yanlış ve hata da değildir. Kendimizi aklamakta  üstümüze yoktur. Bu nedenle de " hafifletici sebepler" can simidimizdir.  Bir de " ağır tahrik"  vardır elimizde kapı gibi.  Emrahvari bir bakış, boyun bükme, takım elbise- kravat ikilisi  vazgeçilmezlerimizdir. Sorumluluk , dik duruş,  bedel ödeme  ne kadar yabancısı olduğumuz   kavramlar..
Adam diyor ki,   evet öldürdüm,  pişmanım ama cezamı da çekmek istiyorum. Çünkü   eğer  cezamı çekmezsem, bu işten kurtulursam , yaptığım  sadece adi bir cinayet olarak kalır, sıradan bir katil olurum. Ben sorumluluğu üstlenmek ve  oğlumu onurlandırmak istiyorum.. 
Alec Baldwin'in avukat rolünde, baba Ben Kinsley ile  ilk karşılaşmalarındaki  konuşmalar müthiş etkileyici ve anlamlı. Sırf bu sahneler için mutlaka izlenmeli bu film.



the confession 1999 izle ile ilgili görsel sonucu


6.01.2018



yazdım, yazdım, yazdım ve sildim. Ama şarkı müthiş, silmeye gönlüm razı olmadı ....


23.12.2017

DÖN DİYE.....

Sana bu mektubu, kapısını yıllardır kimsenin çalmadığı, döşemeleri kabarmış, pencere camlarının çoğu kırılmış, çerçevelerinin boyaları dökülmüş o eski evden yazıyorum. Sen gittikten sonra hüznün kol gezdiği, bir daha dumanı tütmeyen,  viraneye dönen o evden....
Sana bu mektubu   rüzgarın deli gibi estiği, ağaçların yıkılmamak için sıkı sıkı toprağa tutunduğu, bunca sesin, ıslığın, birbirine yaslanan bunca ağacın arasında payıma düşen yalnızlığa sarıldığım  buz gibi havada yazıyorum. Sadece bedenimin değil, ruhumun da üşüdüğü, kendimi ayazda kalmış kuş yavrusu gibi hissettiğim havada .....
Sana bu mektubu " ya gel mutluluğa doyayım, ya da göm beni , toprağa karışayım"  demek için yazıyorum. Çünkü ortası yok bunun.  Sen yoksan hayatın anlamı , yaşamanın tadı yok. Tüm renkler senin varlığınla ortaya çıkıyor, çiçekler  senden besleniyor.  Sensiz    hiçbir şeyin  albenisi yok. Tüm evren yetim kalmış gibi...
Sana bu mektubu, gücümün tükendiği anda yazıyorum. Biliyor musun nefes alamayacak kadar halsiz, yeni bir güne başlayamayacak kadar  umutsuzum sen olmadığın zamanlarda.. Ekmeğe ve suya muhtaçlığım kadar ihtiyacım var sana. Dizime derman, gözüme fer, gönlüme ışık ol. 
Bu mektubu senin nerede olduğunu bilip de kendimi kaybettiğim anda  yazıyorum. Sen varsan bir yere, zamana aidim ben. Sensizlik,  içinde  savrulduğum boşluktan farksız. Yokluğunda kim olduğumu çözmekte zorlanıyorum 
Sana bu mektubu hayatımı güzelleştirdiğin yerden yazıyorum. 
Hep hayatımda kal diye...
Yanımda  ol diye...
Dön diye....





11.12.2017

HAYAT LAY LAY LOM DEĞİLDİR BAZEN....

galiba en kötüsü buydu.
bir anda tüm sığınakların açık edilmesi, tüm kalelerin düşmesi,  siperlerin  çökmesi. ne bileyim işte, insanın düşman karşısında öylece ortalıkta kalakalması.... düşman ne mi? kişiye göre değişir elbet.  bazılarınınki yalnızlıktır. bazılarınki de birden bire üşüşen sorular, geçmişe ait bir anı,  belki de bir kişi...önemi yok ki. aslolan insanın korku ve hüzünle karışık  , o garip duygunun  eşiğine gelmesi...
bir insana yapılabilecek en büyük kötülüklerden biri de, elinden umutlarının alınması sanırım. en azından şu an böyle düşünüyorum.  şu an dediysem, bugün, bu akşam. 
gayri ihtiyari " iyi insanlar iyi atlara binip gitti diyenler !!! bence iyi günler binmiş o atlara"  dediğimde fark ettim, geleceğe ait ne kadar karamsar olduğumu... kim aldı umutlarımı ellerimden?
keşke o ya da bu diyebilsem...
kimsenin gücü yetmez  kolay kolay bir insanı umutsuzluğa düşürmeye... bu bir süreç, olaylar silsilesinin getirisi.  ( getirdiği olmadığına göre , götürüsü demek en doğrusu... )
madem ki her şey zıddıyla kaimdir, zıtlar arası sınır ince bir çizgidir. sevginin nefrete, gecenin gündüze vs. kolayca evrilmesi gibi, bu umutsuzluk da beni mutlaka  umuda taşıyacaktır...
bekleyelim ve görelim...

kaybettim bugün kendimi, hükümsüzdür...

9.12.2017

HAY HAY BUYURSUN GELSİN ...

Hayatın bunca derdi, gailesi çekilmezdi , eğer monotonluğunun arasına sürprizler saklamasaydı...
"Hayat hayat"  işte  benim için sürprizlerin , bana sunulan güzelliklerin  en özellerinden. Sanalda tanıştığım,   arkadaşlığını reele taşıdığım , kısa zamanda kaynaştığım  meslektaşım,  blogdaşım.. Daha önceki blogunu  bırakıp, "bana yeni bir ben  lazım"  diyerek  farklı bir adresle  tekrar  aramıza katıldı. Bol bol kitap okuyup, bolca film seyrettiği için  hem kitap hem film tanıtımlarını, aralara serpiştirdiği hayata bakışı, düşünceleri,  fikirleri eşliğinde okumaktan  keyif alacağınızı düşünerek  bir göz atın derim ..


22.11.2017



Sahte gülüşlerin alacaklısıyım ben,
Çoktan vazgeçmişken gerçeğinden...

18.11.2017

ÖLÜ KADINLAR MEMLEKETİ / BURÇE BAHADIR

Şener Şen ile Uğur Yücel'in rol aldığı  " Eşkiya" filminin çok etkileyici bir sahnesi vardır. Uğur Yücel aldatıldığını öğrenince, soluğu otel odasında alır, sevgilisi ile aşığını öldürmek için. Eşkiya ve arkadaşları da arkasından koşarlar. Silahı doğrultur  korkudan titreyen aşıkların üzerine. Eşkiya engel olmaya çalışır, kendisi gibi ömrünün en güzel yıllarını hapiste çürütsün istemez. Bırak der,  değmez.  Gençliğini yaktığına değmez... Uğur Yücel  silahını indirir ve odadan çıkarak kapıyı kapatır. Aşıklar derin bir nefes alırlar,  ölümün kıyısından dönmenin verdiği rahatlıkla..Sanki az önce ağlayan, yalvaran onlar değilmiş gibi... Sanki Azraille girdikleri savaştan zaferle çıkmış gibi.. İşte tam o anda Cumali (Uğur Yücel) geri döner, hışımla kapıyı açar ve  "dan dan dan".....
....
Burçe Bahadır'ın kitabı Ölü Kadınlar Memleketi'ni duyduğumda çok heyecanlanmıştım. Yüksek lisans yapsam kesinlikle böyle bir konu seçerdim dedim kendi kendime. Kitap elime geçtiğinde açıp okuyamadım ilk anda. Hatta bilerek imtina ettim.  Biliyordum içim acıyacaktı.Kendimi toplamam zaman alacaktı.
İçimdeki Eşkiya  bırak okuma, değmez diyordu. Kaldıramazsın, şimdi sırası değil dağılmanın. Evet hem de hiç değildi. Yapılacak bir sürü iş vardı, vaktim azdı. Okumak neyse de , sonrasında toparlanmak uzun sürecekti . Nihayet, Cumali teslimiyetiyle  ikna oldum. Okuma fikrini erteledim. Mantıklı karar vermenin  rahatlığıyla pencereye doğru gidiyordum ki, kendimi masada, kitabın başında buldum . Ve dan dan dan..... okuduğum her cümle kurşundan farksızdı...

Burçe Bahadır 'ın cezaevlerindeki kocalarını öldüren kadınlar ( Suna ve Nigar)  ve eşlerini öldüren kocalarla (Ahmet, Hamit, Veysel)  yaptığı konuşmalardan oluşuyor  kitap. En sonda da kızını kaybeden baba (Seda'nın babası) , kardeşini kaybeden abla ( Gönül'ün ablası)  ile yapılan  görüşmeler aktarılıyor.. (Aslında belegesel olarak çekilmiş,  daha sonra kitap haline getirilmiş.) Böylelikle gazete haberlerinden farklı olarak sadece cinayet anına değil, çok öncesine  odaklanıyorsunuz. Katili cinayet işleme noktasına  getiren ne , maktul  nasıl olmuş da kendini kurtaramamış, neden  bu kadınlar öldürülüyor  onu görüyorsunuz. Ailenin kadına şiddet görmeyi  kader olarak, erkeğe de şiddet uygulamayı  hak olarak nasıl dayattığını / kabullendirdiğini anlıyorsunuz... Tecavüzün  sadece ıssız bir yerde, gece karanlık kuytularda, sokakta, tanımadıklarınızdan değil,  evde,  koca  ( adı da yasal tecavüz bir bakıma), kayınbaba,  baba, erkek kardeş   tarafından da gerçekleşebildiğini görüyorsunuz.

Anladığım şu ki, cinayet sadece işleyenin değil, toplumun çoğunluğunun suçu.  Çünkü bir bakıma toplum azmettirici rolünde. Cinayetler bir şekilde namus kılıfı içine sokuluyor. Artık ölmek/ öldürmek kaçınılmaz. Namussuzluğu affetmek hoş karşılanmıyor, tam tersine cezayı kesen  takdir ediliyor. Mahkumların hiç pişman olmaması ise işin ayrı bir boyutu. 

Kadınlar kendini, erkekler namusunu kurtarmış. 

Şiddetin eğitimle çok da ilgisi yok bana göre. Sadece tarz değişikliği var. Temele indiğimizde değersizleştirme, hiçleştirme  hepsi. Kadını  sindirme ! Çünkü ancak bu yolla  erkek toplumda kendine yer edinebiliyor, ancak böylelikle kendi yetersizliğini, aczini   kamufle ediyor. Babanın takdirini kazanmanın, toplumda kahraman olmanın yolu kadını ezmekten geçiyor. Böyle bir ailede yetişen çocuklar erkekse, geleceğin şiddet yanlısı erkeği, kızsa  çoktan  bu çarkın bir parçası,  çaresiz  boyun eğeni.... Bu kısır döngü hep böyle  devam ediyor.

Bu cinayetlere nasıl engel oluruz, şiddet  gündemimizden nasıl kalkar,  kadınlar öldürülmekten, çocuklar şiddet görmekten nasıl kurtulur derseniz,  iki şekilde mümkün. Sıcak, sevgi dolu bir  aile ortamı ve  erdemli birer vatandaş olmayı öğreten eğitim sistemi.Ama bu iki kurum bizzat şiddetin, tecavüzün, sevgisizliğin, korkunun menşei...  Yani demem o ki,  başımız fena halde dertte !!! 

Erkeklere;  kadının  köle ya da mal değil, birey olduğunu,
Kadınlara; insanca yaşama hakları olduğunu  anlatmanın bir yolu olmalı.....
Erkeklere; tecavüzün veya  cinayetin veya  şiddetin hiçbir şekilde affedilir bir yanı olmadığını,
Kadınlara; kıskanmanın sevgi, evliliğin esaret,  dayağın kocaya bahşedilmiş bir hak olmadığını anlatmanın bir yolu  olmalı......
Erkeklere; şiddetin sadece fiziksel olmayıp, ekonomik, duygusal..vb. bir dolu çeşidi olduğunu,
Kadınlara; ayakları üzerinde durmayı öğrenmeleri gerektiğini  birileri anlatmalı....
Elbette bunları çoğaltabiliriz.  Yeter ki kadınlar ve çocuklar tellerin ardına geçmeden kendilerini güvende hissetsinler.... Yeter ki hafifletici sebepler, iyi hal tecavüz ve kadın cinayetlerinde ceza indirimine sebep olmasın , en ağır cezalar verilsin ki caydırıcı olsun...

Kitap hakkında fikir sahibi olmanız açısından bazı cümleleri alıntılıyorum. İyi okumalar, sevgiler....

- Milyar yıl önce yine sessiz yine uçsuz bucaksız yeryüzünde  Adem'in Havva'ya vermiş olduğu kaburganın borcu bitmedi gitti.Şimdi Giresun'dan Hatice, Van'dan Ayşe, İstanbul'dan Emine ödemek için uğraşıp dursunlar.....

-Türkiye'nin bütün kadınları sanki Stockholm sendromundan muzdaribiz. Bizi rehin alan,tutsak eden ve nihayetinde öldüren zihniyete kendimizi emanet ediyor, sevdiğimizi zannediyor,yanından ayrılmak istemiyoruz. Kendi bileklerimizi ona uzatıyoruz, kelepçelesin diye bekliyor,işini kolaylaştırıyoruz.....

- 84 yıldan açılıp, Hamit'in yüreciğini biraz hoplatmışlar ama namustu, tahrikti, orospuluktu derken mutlu sona ulaşılmış nihayetinde.
84 yıl düşe düşe 14 yıla düşmüş işte....

- ....Dayak meselesine gelince... Erkek olmak bunu da gerektiriyor diye düşünüyor Suna. Erkekler çok çabuk sinirleniyor. Kendilerine hakim olamıyorlar. Doğaları böyle. Babası da böyleydi Suna'nın. Yine de çok severdi O'nu. Korumak istediğini bilirdi. Babası Suna'yı çok sevdiği, korumak istediği için öyle döverdi. Öğretmek için.Yoksa niye öyle bir kötülük yapar ki insan kızına. Canı acısın ister mi insan hiç kendi çocuğunun?..

-...Sesini biraz bile yükseltmeye cesaret edemeyen korkak Suna, O'na vuran birini ittirmeyi bile düşünemeyen ürkek Suna, her tartışma sonrasında yok olmayı, görünmez olmayı dileyen zavallı Suna şimdi içinde tuhaf bir zevkle bıçağı Hakkı'ya saplıyor.

- Yukarıda biri oturuyor. Hakimmiş. Nasıl yaptın diye soruyor. Biri hızlı hızlı yazıyor. Herkes telaşlı, herkes çabuk. İlk defa Suna sakin hayatında, diğerleri telaşlı.....

- "Bu cezaevinde kendini nasıl hissediyorsun" diye sordum; mutsuz, umutlu ya da kapana kısılmış gibi diyeceğini zannederek. " Özgür ve emniyette" dedi...

- Sonrası bildiğimiz telden. Haydi bir istatistik bilgi de ben vereyim. Türkiye'nin yüzde 80'inden daha farklı düşünmüyor Hamit. Erkektir gezer de tozar da diyor. Kadın evine bakacak,kocasının çocuklarının ardını toparlayacak  diyor. Erkeklerin biraz daha eğitimlisi Hamit'in fikirlerini daha geniş kelime dağarcığıyla anlatabilme yetisine  sahip sadece. Eğitimine göre kelimeler değişiyor. Ambiyans aynı.....

- İyice emin olmak için " namus dışında bir sebepten öldürebilir mi koca karısını?" diye soruyorum. Neyse ki öldüremezmiş. Tek sebep namus olmalı.Gerçi namus kavramının içine sokak orospuluğunun yanı sıra başkasına aşık olmak, başkasıyla mutlu olmak,boşanmak istemek, sokağa çıkmak, işe girmek, pazara gitmek, misafirlik etmek,perdeyi açmak,yemeği tuzlu yapmak, tuzu az koymak, sokakta yürürken karşıdan gelen adama bir an için bakmak, adamı kendine baktırmak, kafayı yerden kaldırmak,açık giyinmek, parfüm sürmek, çocuk doğurmak istememek,adamın ailesiyle iyi geçinmemek de girebiliyor.Bütün bu sebeplerden öldürülen kadınları gazetelerden okuduk.Bunlar dışında rahatız ama.Hala yaşayabiliriz.

- Korkup kararlarından caymaları için tek sebep var, o da cezanın uzun süreli olması. Kulaktan kulağa duyuyorlar,  kahvede , sokakta birbirlerine hemencecik haber ediveriyorlar. " Öldür , on sene yatar çıkarsın" diyorlar. Ve asla yanılmıyor, hayal kırıklığına uğramıyorlar. Gerçekten de öldürüp, on bilemedin on küsur senede çıkıyorlar.

-Bir insan bu kadar yanılabilir mi? Sanki yeni çözmeye başladığını sandığı bir alfabeyi aslında bambaşka şifrelerle okuduğunu anlıyor.O işaret aslında bu demek değilmiş. O harf böyle okunmazmış. Seda'nın sahiplenme sandığı, esasında Haluk'un tahakküm etme arzusuymuş. Seda'nın ilgi saydığı, Haluk'un kıskançlığıymış. Seda'nın aşk diye kandığı aslında kendi gücünü sınamasıymış.

-" Bir evde şiddet varsa o aile her türlü dağılıyor."

- Bir yerde katil olan başka bir mekanda zavallı korkak biri haline gelebiliyor. Güç elindeyken zalim, değilken mazlum olabiliyor. İnsanoğlu çok tuhaf hakikaten. Hep elindeki kartlara göre oynuyor. 

- Tecavüz ve cinayetlerin hiçbir mazereti olmadığını öğrenmek için dünya kaç kere daha dönmek zorunda kalacak bilmiyorum...

- Bunca zaman sonra daha eşit, daha güçlü, daha özgür bir konumda olması gerekirken biz kadınlar, şimdi yaşamak, hayatta kalmak için uğraşıyoruz. Sokakta yürüyebilmek, dayak yememek,tecavüze uğramamak , satılmamak için kan döküyoruz.

-Fakir olmak, zengin olmak,eğitimli, cahil, işçi, memur, uzun kısa, güzel çirkin hiç farketmiyor. Kadın olmak yeterli bedel ödemek için bu gezegende, hele ki bizim memlekete. Yeter ki o  bedeli öderken canımızdan olmayalım, ucuz kurtulalım. 

- "Son sözün ne olur?" diyorum. Havva gözlerini, gözlerime dikiyor. Ama şimdi ne çenesini kaldırmış öfkeyle, ne de sinirden elleri titriyor; öyle bırakmış kendini, öyle acılı, öyle yalnız ve çaresiz: " Eğer ki bir erkek seni öldürürüm diyorsa, kadın ona inansın " diyor...


27.10.2017

AGORA




Hyptia ismini , arkadaşım " bu da benim kedim Hyptia "  dediğinde  duymuştum ilk kez. Dün akşam film ararken karşıma çıktı  "Agora" ve soluksuz izledim. Yönetmenin Diğerleri ve İçimdeki Deniz filmlerini de izlemiş, özellikle Diğerleri'ni çok ilginç bulmuştum.
Film, M.S. 4. yy da  yaşamış ünlü bir matematikçi, filozof ve astronom olan  güzeller güzeli Hyptia'nın hayatını , tam da Paganlık- Hristiyanlık - Yahudilik çatışmasının ortasında anlatıyor. Mekan ve kostüm oldukça  başarılı, izleyiciyi filmin içine çekiyor. 
Film  bittiğinde  düşündüğüm ilk şey, o zamandan bu zamana  hiçbir şeyin değişmediği oldu. İnsanlar hala düşünceleri, inançları ve yaşam tarzları nedeniyle yargılanıyor, cezalandırılıyor, acı çektiriliyor. İnsanlar kendi gibi düşünmeyenlere karşı hala hoşgörüsüzler.
Hyptia , onca baskıya rağmen, sormaktan, araştırmaktan vazgeçmeyen , hayatını bilime adamış, öğrencilerine dersler veren hem güzel, hem zeki bir kadın..
Yıllar önce çekilmiş olmasına rağmen nasıl olmuş da gözümden kaçmış bilmiyorum. Tarihi filmlerden hoşlananlara kesinlikle tavsiye ederim.


23.10.2017

SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK

Sanırım , Türkçeye yeni bir kavram kazandırmanın vakti geldi. Aslında ön ek de diyebiliriz. Yani uygun gördüğünüz kelimenin önüne koyabilirsiniz. 
"sürdürülebir"....
Yani, 
sürdürülebilir çevre
sürdürülebilir kalkınma
sürdürülebilir tarım
sürdürülebilir enerji....
Örnekleri çoğaltabiliriz ama gerek yok bence karmaşaya. 
Bu kavram dünyada yeni kullanılmaya başlanmış. 30 yıllık bir geçmişi var. Dünyada kullanılıyor da, Türkiye'de  bilen yok . En azından son günlerdeki gelişmeler bihaber olduğumuzu gösteriyor.
"Sürdürülebilirlik" ; ihtiyaçların, kaynakları doğru kullanarak, sonraki nesillerin de yararlanmasını tehlikeye atmadan giderilmesi. Yani  benim anladığım bu. Mirasyedi gibi doğayı talan etmeden, zarar vermeden, devamlılığı ve verimliliği göz önünde bulundurarak yaşamı idame ettirmektir sürdürülebilirlik. Gelecek kuşakların hakkından çalmadan, onlara insanla barışık, dengeli bir doğa bırakabilmektir.
Bu da atılan her adımda uzun vadeli düşünmeyi, ciddi araştırma yapmayı, işbirliğini gerektirir. Kısa vadede kazanç gibi görünen  projelerin uzun vadede neleri kaybettirebileceğinin hesap edilmesini gerekli kılar. 
İşin özü, doğanın, doğal güzelliklerin, toprağın veriminin, binlerce yıllık tarihi ve arkeolojik kültürün/ mirasın, suyun, havanın  sahibi değil, emanetçisiyiz .Kestiğimiz her ağaç,  yaktığımız ve sonradan üzerine bina diktiğimiz her orman iklim değişimlerine sebep oluyor. Deniz kıyılarına diktiğimiz her bina , tarım yapılan araziyi etkiliyor. Kullandığımız enerji kaynakları ( kömür vs.) havamızı kirletiyor. İnsan, elinin değdiği yeri mahvediyor ne yazık ki... Oysa, insan gibi yaşamak  ve bizden sonraki kuşakların  hayatını riske atmamak için bilinçlenmemiz ve  düzenlemeler yapmamız şart. 
Mesela, kıyıda, su ile toprağın buluştuğu çizgiden 100 metre (karaya doğru) geride bina yapabilirsiniz.  Geçenlerde bir konuda araştırma yaparken, bu mesafenin 10 metre olması yönünde çalışmalar  yapıldığına  rastlamıştım. Neyse kabul edilmemiş . 
Meclis bahçesindeki koruma altına alınmış olan caminin koruması kaldırılmış !!! Yani yıkılacak. İyi de, yapılan işlemin kanuna uygun olması, doğru olduğunu göstermez ki...Anıların, kültürel değerlerin, olaylara sahne olmuş mekanların, alanların ..... hepsinin gelecek kuşaklara aktarılması şart. Onlara karşı borcumuz bu bizim...
Hem tarım, hem hayvancılıkla uğraşan  dünyadaki ender ülkelerden biriyken,  geldiğimiz noktaya bir bakın...Buğdayımızı, etimizi dışarıdan ithal eder olduk. Bırakın sonraki kuşakları, kendi karnımızı doyuramıyoruz...
Ormanlık alanda, ağaçları keserek  , o sevimsiz binaları dikmeyi marifet sayıyoruz..Hem görüntü kirliliği, hem tabiatın katledilmesidir bu. 
İklim ve coğrafi açıdan  o kadar güzel memlekette yaşıyoruz ki... Toprağımız öylesine verimli ki...Eğer böyle devam edersek, sürdürülebilirliği her alanda devreye sokmazsak, bilinçlenmezsek,  rant peşinde koşmaktan vazgeçmezsek, çocuklarımıza  bırakacağımız tek miras, toprağı çorak, havası ve suyu kirli, ot bitmeyen, kuş ötmeyen bir vatan olacak.... 
Sevgiyle kalın....



11.10.2017

...

Bürokrasi nasıl işliyor bilmiyorum.Çok bilgim yok ama merak da etmiyor değilim. Yani yukarıdakiler, tepedekiler, yönetenler bunca sorunla nasıl boğuşuyorlar? Gün geçtikçe artan , bir şekilde üstü örtülen, daha doğrusu örtülmeye çalışılan şiddet , tecavüz, işsizlik, çocuk kaçırma vs.  karşısında kimler nasıl bir çalışma yapıyor?  Mecliste verilen önergelere kimler "ne gerek var görüşmemize" diyerek itiraz ediyor, hangi akılla, hangi gerekçeyle bu itiraz? Sınav sistemi, eğitim sistemimiz, sağlık konusundaki aksaklıklar, binlerce üniversite mezunu gencin gelecek endişesi konusunda kimler konunun ehli olanlardan bir rapor hazırlamasını istiyor? yani var mı böyle birileri?
Bir kafede bize servis yapanın psikoloji mezunu olduğunu öğrendiğimde içim cız etti. Yetmedi , şu kız da elektrik mühendisi dediler.  Bu gençler ne diye kendi iş alanlarında çalışamıyor? 
Yukarıdakiler ne yapıyor bilmiyorum..
Yönetilenler Hale Soygazi yalan mı söylüyor, yoksa şöhret peşinde koşan birinin kurbanı mı merak ediyor. Haaa bir de Gülben Ergen meselesi var .Şu konular aydınlatılsa da  rahat bir nefes alsak !!!
Neyse, yine de ümitvar olmak lazım değil mi?

5.10.2017

SINAVSIZ İKİNCİ ÜNİVERSİTE KAYITLARINDA YARIN SON GÜN....

Bu sadece bir hatırlatma yazısı.. Üniversite mezunları için sınavsız ikinci bir bölüm okuma imkanı yarın sona eriyor. Hatırlatmakta biraz geç kaldığımın farkındayım ama düşünenler için hala vakit var...
Netten ayrıntılı bilgi edinebilirsiniz. İkinci üniversiteye ilk kez başvuracak olanlardan, yine oturduğunuz yerden  edinebileceğiniz belgeler isteniyor ( mesela transkript, ben direkt öğrenci  işlerini arayıp, mailime göndermelerini istemiştim, sağ olsunlar anında bulup mail atmışlardı) 
Sosyoloji (ki benim favori bölümüm, herkese gözüm kapalı tavsiye ediyorum) felsefe,işletme, tarih, coğrafya, Türk Dili ve Edebiyatı bölümleri 4 yıllık...Ayrıca iki yıllık bölümleri de var. Auzef yani İstanbul Ünv., AÖF ve Atatürk üniversitelerinin sınavsız ikinci ünv.programları var. Mutlaka başka ünv.lerin de vardır ama en yaygın ve en çok öğrencisi olanları tercih etmenizi tavsiye ederim ki sınavlara bulunduğunuz ilde girebilesiniz.
İkinci kez başvuranlardan sadece harç isteniyor :)
Yarına kadar düşünen, ilgilenen olursa ,bildiğim ve elimden geldiği kadarıyla yardımcı olmaya çalışırım.
Sevgiler...
*** Auzef ( İstanbulÜnv. ) 'e  kayıt için istenen belgeler;

• “ASLI GİBİDİR” onaylı Diploma/Geçici Mezuniyet Belgesi (Noter veya mezun olunan fakülteden)
• 1 Adet Fotoğraf
• Nüfus Cüzdanı Fotokopisi

29.09.2017

DÜNYA KAHVE GÜNÜ


10 günlük ev sahipliğim bugün itibariyle bitince ( misafirlerim gidince) sevgili arkadaşımın kahve  davetine nihayet icabet edebildim. Moskova gezisinden alınmış  fincanlardan hangisiyle içmek istediğimi sordu, mavi hayranlığıma rağmen siyahlı olanı seçtim. Kahve bahane, sohbet şahaneydi, her zamanki gibi. Eve döndükten sonra önce güzel , verimli sohbet için teşekkür babında, sonra da bugünün "kahve günü" olduğuna dair hatırlatma amaçlı iki mesaj aldım kendisinden..
Teeee 1983 'te Japonlar başlamışlar ilk kez kutlamaya... Amaç kahve sevgisini, kahve eşliğinde yapılan sohbetleri ve dostluğu paylaşmakmış. Sonra da 1 Ekim'e alınmış 2 sene önce. Artık evrenselleşen "Kahve Günü" 1 Kasım 'da kutlanmaya başlayacakmış...
Bize her gün bayram, her gün kahve günü..
Yeter ki sevdiğimiz insanlar, hoş sohbetler eşliğinde içelim kahvemizi. Gerçi sohbete çay eşlik eder, kahve yalnızların  tercihidir diyenler de var. 
Önemli mi ? Kahve ya da çay, yalnız veya dost meclisi, ayrılırken aklımızda, yüreğimizde  bi' şeyler olsun, sohbetten kazandığımız. Yeni kararlar, yeni fikirler, yeni ufuklar, yeni öğrenimler olsun... Yenilenerek çıkalım.
Ben bugün hepsini heybeme aldım da döndüm evime.
Hiç abarttığımı düşünmeyin. Sevgili Özden karşıma nadir çıkan/ çıkabilecek bir dost benim için.
Kahve de  toprak cezvede pişti ;)
Fincanı güzel, cezvesi özel, sohbeti şahane arkadaşımla biz kahvemizi içtik.
Sizin de "kahve günü"nüz kutlu olsun .
Sevgiler...


26.09.2017

ÇALIŞAN KADIN ÖZGÜR MÜDÜR BEZGİN MİDİR?

Yüzyılın en büyük aldatmacası, en çok rağbet gören yalanı nedir deseler, hiç tereddütsüz  cevabım " çalışan kadının ekonomik özgürlüğü" olurdu. 
Başka ülkeleri bilmem, ama benim ülkemde çalışan kadın demek, sorumluluğu artan kadın demek. Kendi üzerindeki yükler gram azalmadan,  erkeğin yüküne ortak olan kadın demek...
Maaşını, alın terinin karşılığını , daha aldığı gün eşinin avuçlarına bırakan kadın demek...
İşteki sorunlara, yorgunluğa rağmen, evine geldiğinde oturup dinlenmeye vakit bulamadan, ilgi bekleyen çocukları, yemek isteyen eşi, yıkanması gereken çamaşırı .... arasında bunalan, bölünen, parçalara ayrılan kadın demek...
Sakın ola ki  çalışmaya karşı olduğum anlamı çıkmasın bu cümlelerden. Tam tersine ben kadının çalışmasından yanayım. Ama ekonomik özgürlük için değil.. kadının özgüven sahibi olması için hiç değil. Üretken olmak, duygusal ve ruhsal tatmin yaşamak için isteyen kadın çalışmalı diyorum. Tabi ki işin ekonomik yönü de var. Gittikçe zorlaşan hayat şartlarında yol arkadaşına destek olmak için de çalışabilir. Benim tasvip etmediğim ve şiddetle karşı çıktığım konu, pembe bir yalan uydurarak, cafcaflı sözler sarf ederek, zaten erkek egemen toplumumuzda  erkeğin rahatı için, kadının biraz daha ezilmesi... Çalışan hangi kadın kazandığı parayı istediği gibi harcama lüksüne sahip ki? 
Şunu diyebilirsiniz; kadın çalışırsa kendine güveni artar, erkeğe karşı daha dik ve güçlü durur, şiddete eğilimli,aksi,kaba, geçimsiz bir erkeği çekmez. Sevgi ve saygıdan yoksun bir evliliği , sırf  ekonomik sebepler yüzünden yürütmek zorunda kalmaz. İyi de, bu, okumamış, meslek sahibi olamamış, okusa ve meslek sahibi olsa da çalışmamayı tercih etmiş, belki de iş mi çocuk mu ikileminde çocuğunu seçip, kendi yetiştirmek istemiş kadınları  bütün bu saydığım durumlara mahkum etmez mi? Çalışmıyorsa müstahak  anlamı çıkmaz mı? Çalışmayan kadın hor görülebilir, baskı altında yaşamayı hak etmiştir , çalışmayan kadın pısırıktır   demek değil midir? Aile olmak, kadın ve erkeğin saygı / sevgi çerçevesinde çıktığı yol değil midir?  Erkeğin kadına  sevgi ve saygı duyması için ille de para kazanması mı gerekir? Sahi bu değerler kazanılan paraya göre artar ya da eksilir mi? 
Hepsinden önemlisi, kadın bunca sorumlulukla cebelleşirken, kadının kazandığına el koyan eş, erkek her gün yemek telaşı yaşar mı?  Alış veriş listesi yapar mı? Akşama gelecek olan misafirler için kurabiye tarifleri bakar mı netten?
Kadınlar mümkünse okusun.. Lisede, üniversitede okusun..Kitap okusun, kurslara gitsin, kendisini yetiştirsin. Kız erkek ayrımı yapmadan çocuklarını " erdemli, hakkaniyetli, merhametli, diğergam, dürüst, çalışkan, sorumluluk sahibi insan" olarak yetiştirsin... Ama bunları öncelikle kendisinde uygulasın. İnsanca yaşamak, sevgi ve saygı görmek, kişisel özgürlük alanına sahip olmak kadın erkek, çalışan çalışmayan herkesin hakkıdır. Zaten hakkınız olanı almak için rica ederim kendinizi tüketmeyin...
Siz erkekler, ya evin reisliği payesinden vaz geçin ve kadınla el ele,omuz omuza yüklenin bu hayatı, iş bölümüne razı olun ya da  son söz bende olacak, ben kadın mıyım ki yemek ,ütü yapayım diyorsanız  adam olup geçindirin evinizi...
Ama ne olur bana  ekonomik özgürlük yalanıyla gelmeyin !!!

25.09.2017

SENİ İLELEBET BENİMSİN SANDIM...!!!

Hep böyle olur...Eşya, söz, nefes vs. kısacası hayat O yoksa anlamını, rengini yitirir de yaşamak bir vazife gibi yük kalır insanın üzerinde...
"Bir bakışın ölmem için yetecek" mısrasını Sezai Karakoç'a yazdıranın, kabul görmemiş bir aşk olduğu düşünülürse , maşukun nazarı, aşığı mutluluktan öldürecek kadar büyük bir sevdadır yaşanan . Öldürür mü? Muhtemelen hayır. Ancak öleceğini düşünmek, buna inanmak sevdanın gereğidir. Sevdayı büyük yapan,  böylesine enfes şiirler, klasikleşmiş kitaplar yazdıran işte  aşıktaki bu inançtır, tutkudur. Eğer sevdiğini hava gibi, su gibi, ekmek gibi aziz bilmese insan ,O'nsuz yaşamayı nasıl anlamsız ve imkansız bulabilir ki ? Böyle düşünmese " Ellerimi ellerinden alıp gidersen../..Senden gelsin ölüm başım  üstüne" diyebilir mi?
Bu kadar sevmese, sevgisinin arkasında bu kadar dik durmasa insan, ayrılığı nasıl ölümle eş değer kabul eder ki? Diyelim ki ayrılığı kabullendi, ayrılığa rağmen yaşamaya devam etti, "hiç değilse unutma " der, Hatıralarda  olsun bir yer edinmeyi ister mi?... 
Oysa unutulur sevdalar... Acılar zamanla kabuk bağlar. Giden çoktan unutulur da, yenisi gelir oturur yüreğin baş köşesine.. Sanki hiç yeminler edilmemiş, sözler verilmemiş, birlikte hayal kurulmamış gibi yeniden başlar her şey... Sensiz yaşayamam diyen kadın/ adam , bir başka yaşam kaynağı bulmuştur artık.
Ne söyledikleri yalandır, ne de  sevdası kandırmacadır. Saman alevi gibi yakmıştır yüreği, doğrudur tüm sözleri... Ama anlıktır.... O an için doğrudur.... Sadece gerçek ve doğru,  zamana yenik düşmüştür...
İşte unutamayanlar, yarası kabuk bağlamayanlar , ettiği yemini her sabah muhatabı olmadan tekrarlayanlar asla unutmayanlardır ve onlar unutulmazlar. Şiirleriyle, sözleriyle, yazılarıyla, sevda masallarıyla yıllara meydan okuyan aşk hikayesinin yüreği yaralı kahramanları, nice yüreği sevdaya düşenin de haline tercüman olurlar...


Tolga öyle güzel yazmış ki... Bi' bakın derim...
Sevgiler...


24.09.2017

.....


Ben bir hayale aldandım...
zannettim ki
yalnızlık, kalabalığı da alıp  gidecek 
sadece sen olacaksın yanımda 
ve dünyam tamamlanacak...

Ben bir yalana inandım...
İçimdeki fırtınaları dindirmek isterken,
kasırgaya yakalandım..
güz yaprakları gibi sarardım, soldum
kendimi bulmak isterken ,
sende yeniden kayboldum...


23.09.2017

........

İki gündür pek keyifsizim.Dün sabah Lâl öldü. Kırmızı minik balığım.Bir arkadaşımın hediyesiydi. O kadar zarif, o kadar hoş bir kızdı ki, zannedersiniz leydi okulundan çıkıp gelmiş. İsmini koyup da vermişti.. Bana kalsa " zilli " falan derdim.
Neticede balıktı işte. Küçücük kavanozunda salına salına gezerdi. Onu seyretmek terapi gibi gelirdi bana.  Behlül musallat olmadığı zamanlarda tabi. ( kedim) Behlül yemek için az uğraşmadı Lâl'i.
Ben küçücük bir balığın  ölümüne bu kadar üzülebiliyorken, insanların hayvanlara yaptıkları zulmü nasıl kabul edebilirim ki?
Ben hayvanlara yapılan eziyet karşısında çileden çıkıyorken çocuklara yapılan bunca haksızlığı, şiddeti, tacizi, tecavüzü nasıl  kaldırayım ki?
Az önce Müjde'nin yazısını okudum. Kendi insanımız köpeğe,  damacanaya, küçücük çocuğa... hallenecek kadar iğrençken, bize gelenler de bizden farksız. Afganlının Suriyeli çocuğa yaptıklarını okuduğumda  isyan edesim geldi. Artık haberleri izleyemiyorum, okuyamıyorum. Hep bir cinnet hali. Hep insanlık dışı...
Bugün abimle konuşurken "nasılsın" sorusuna " hala yaşıyorum" dedim. Ötenazi kabul edilmiş diye müjde verdi. Meclis onayından geçmiş ama henüz R.G. de yayınlanmamış. Gerçekten dayanılmaz bir hal aldı yaşamak. Kıyamet yakın değilse, ben önlerden yerimi ayırtayım diyorum...

20.09.2017

İNSAN OLMAK MI ZOR,ÇOCUK OLMAK MI?


"İnsan olmak zor zanaat" derler. Ciddi emek ister, uğraş ister... Goethe ; "insanın , yalnız gerçeğin ne olduğunu bilmesi yeterli değildir; doğruyu istemesi ve yapması da gereklidir" derken,  bu yükümlülüğün  araştırma, öğrenme, muhakeme etme,  aklını ve yetisini bu yönde kullanma ve harekete geçme merhalelerinden oluştuğunu dile getirmiş.
İnsan olmak, ete kemiğe bürünmüş zahiri görüntüden ibaret değildir elbette. Asıl mesele, zıddıyla kaim olan duyguların, hasletlerin  güzel ve faydalı olanlarını öne çıkartmak, kötü, çirkin olanlarını ise törpülemektir. Kısacası insanın kendisiyle mücadelesidir. Zaaflarıyla, tembelliğiyle, hırslarıyla, nefretiyle, fesatlığıyla , hatalarıyla ..vs. mücadele edebildiği, kendine karşı objektif ve dürüst olabildiği, özüyle sözü örtüştüğü ölçüde bu mücadeleden galip çıkacaktır. Eliyle ya da diliyle başkalarına zarar vermediği ölçüde muteber insan  olacaktır. 
İnsanın en büyük düşmanı yine kendisidir, yaptığı tercihleridir, onursuzluğudur, dik duramamasıdır, kaypaklığıdır....
Çocuklar öyle mi ya?
Onlar o kadar masum ki... O kadar savunmasız  ve korunmasız ki...
Zor olan insanlıktan ziyade çocuk olmaktır. Özellikle bu zamanda... Doğar doğmaz çöpe atılan, henüz aklı başına gelmeden, kendini tanıyamadan, insan olamayanların kötülükleriyle karşı karşıya gelen çocuklar için zor hayat aslında.
Sevginin, şefkatin, güvenin olması gereken  yuvada, sevgi, şefkat ve güven görmek istediği insanlardan  şiddet gören, taciz/ tecavüzle karşılaşan çocuklar için cehennem gibi bu hayat. Zebanileri ise yanı başında...
Eğer çocuksan, anne babanın  olmak isteyip de olamadığı, gelmek isteyip de gelemediği yer, mevki, sosyal statü için  bulunmaz bir fırsatsın. Neye ilgin ya da yeteneğin var sorulmaz, bakılmaz. Onlar istiyor ya, bu yeterlidir. Artık  elin kalem tutmaya başladığı anda beynini oyarlar. Çok nadirdir, benim kızım piyanist olacak, oğlum balet olacak diyen. Ya doktorluk ya mühendislik biçilmiştir sana ve bu uğurda canını dişine takmak zorundasındır. Gidişat umut verici değilse yandın. Komşunun oğlu/ kızı diye başlarlar, sanayiiden ya da kuaför kalfalığından çıkarlar. Özgüven yerlerde  sürünür,umurlarında olmazsın...
O "ilk sarı öküz " misali, okula ilk adım attığın anda  hayatın ipotek altına alınmış demektir. İlk tavizi vermişsindir, arkası kaçınılmazdır, gelecektir. Aile için ya başarınla kıvanç kaynağı olursun  ya da başarısızlığınla utanç kaynağı..."çünkü " sevgiyle tanışırsın, "eğer" sevgiyle tehdit edilirsin... " rağmen" sevgi çoktan rafa kaldırılmıştır .
Eğer erkeksen, ilk aşk  ve sonsuz / sayısız aşklar karşısında şanslısındır. Çünkü aşk, sevgi senin elinin kiridir. Kızsan işler değişir. Potansiyel o.. olursun. 
Okumak  ders kitaplarıyla sınırlıdır ve yeterlidir de. Boşa geçen zamandır kitap okumak. Çünkü senin vazifen başarı olmaktır. Başarı ise aldığın notla ölçülür.
Bu tablonun daha beteri ise, küçük yaşta çalışmak zorunda olanların yaşanmamış çocukluğunda gizlidir.

Daraldım ben, yeter bu kadar... 


19.09.2017

TEOG YATAĞINDA MARİNE EDİLMİŞ DEMOGRAFİK FIRSAT PENCERESİ

Sosyolojide  her ülkenin tarihinde bir kez yakaladığı bir kavram vardır ki " demografik fırsat penceresi" olarak adlandırılır.Kısaca değişen nüfus değerlerinde, bakıma muhtaç çocuk, yaşlı ve gençlerin dışındaki "çalışan kesim"in çoğunluğu oluşturduğu dönemdir. Eğer bu dönem çok iyi değerlendirilirse, ekonomiden siyasete, bilimden sanata kadar her alanda atılım yaşanır. Dünyanın gidişatına yön veren ülkeler arasında yer almak mümkün hale gelir. GSMH oranının yükselmesi,  refahın gıpta edilecek  seviyelere çıkması için yakalayacağımız ve kaçırmamamız gereken bir fırsattır..
210 yılında girdiğimiz fırsat penceresi dönemi bazılarına göre 20, bazılarına göre ise 30 yıl sürecek. Yani kısacası yolu yarılamak üzereyiz.
Bir çırpıda aklıma gelen sürdürülebilir enerji, sürdürülebilir çevre, iletişim ve savunma teknolojileri, bilgisayar yazılımları,  hastalıkların önlenmesi, tedavisi, kökünün kazınması, ilaç sanayi vs.vs.vs. alanlarında  yüzümüzü güldürecek gelişmeler  için  şu an ortaokul, lise ve üniversitede öğrenci olanlar bizim umudumuz...
Öyle mi sınav yapsak böyle mi sınav yapsak, bu sistem olmadı şunu mu denesek, 4 bin tarih öğretmeni boşta olabilir ama öğretmen açığımız 150, ancak bu kadar kontenjan açabiliyoruz dediğimiz, ne yapacağını,nereye gideceğini, hangi okulu okursa iş imkanı bulabileceğini bilemeyen , okulu bitince sırtında harç taşıyarak ekmeğini kazanmaya çalışan gençlik işte bu fırsat penceresinin sahipleri....
Koca dağ gibi altın madenimiz var ve bunu nasıl heba edebiliriz  diye canhıraş uğraşıyor gibiyiz...
Hedefsiz, altyapısız, ideali, geleceğe ait planı olmayan, okumayan, araştırmayan,  çevresinde neler olup bitiyor düşünmeyen, sormaktan ve sorgulamaktan aciz, sorumluluğunun  farkında olmayan  bir gençlik geliyor gürül gürül...
Bırakın Ortadoğu'yu , dünyaya yön verebilecek güç elimizin altında... Avuçlarımızda... 
Lütfen artık kendimize gelelim. 
Uyanalım...
Fırsat kaçmadan istikrarlı bir eğitim sistemi derhal oluşturulmalı...
Bu ne Cumhurbaşkanının ne de Başbakanın işi....
Öğretmenler,  pedagoglar, pdr uzmanları, insan kaynakları, sosyologlar kafa kafaya verip derhal en akılcı,en uygun sistem neyse karar verip uygulamaya koymalılar...
Paranın devreye girmediği, hatır gönül işlerinden uzak, herkesin kapasitesine , yeteneğine ve ilgi alanına göre yönlendirilip yetiştirildiği bir sisteme acilen ihtiyacımız var...
Bu fırsat kaçmaz....Kaçmamalı...

17.09.2017

....

Kıyamete kadar sönmeyecek ateşi attın yüreğime...
yaktı,
yaktı da kül edemedi...
dumanım tütmeden,
kimseye belli etmeden,
için için yanarken,
söyle
hangi söz söndürür bu ateşi?
  hangi söz hükümsüz kılar idam fermanını?

Kıyameti başlatacak  ateşi bıraktın yüreğime...
günahıma cehennem,
cehennemime odun oldun,
ben yanarken ateşi harladın
yandım,
yandım da ahhh! diyemedim
kimselere söyleyemedim...

Tüm insanlığı temize çıkaracak kadar yandım,
yandım da
bir tek içimdeki "sen"i aklayamadım...



13.09.2017

FIRTINA / BİR KUYUYA BAĞIRIYORUM

....
Montun fermuarını açıyorum. Derin bir nefes, rüzgarın ağzımdan ve burnumdan dolmadığı bir anda. Öküz tortop oluyor içimde. Saçlarım her yerde. Kocaman bir yağmur damlası yüzüme. Gözyaşım onu yalnız bırakmıyor. Ak lan diyorum. Her yer kaos. Senin üstünlüğün ne , ak. İnsanlar pencerelerin arkasında. İnsanlar hep bir şeylerin arkasında zaten. 
....

Yazının tamamı şu  blogda...


11.09.2017

...

Yükümlülüğüm "iyi olmak" değil... "İyi olmaya çalışmak". Yani hatalarım olabilir, aleme yetecek kadar yanlış da yapabilirim. Yeter ki sonrasında kendimi tarafsız yargılayabileyim. Pişmanlık duyabileyim. 
İnsanı helak olmaya götüren merhamet ve vicdandan yoksun kalmasıdır bana göre... Vicdan bahanelerle kendimizi temize çıkarmak için değil, insan olabilmek için var... İyi insan olabilmek.
( arkadaş nedir bu "iyi" saplantısı anlamadım ki !!!)
***
Uyumuyor dalıyorum,  yarım saatlik aralıklarla... Deliksiz iki saat uykuya hasretim. Sipariş verdiğim rüyalar var, hiç değilse onların hatırına...
***
Bazı konularda kısıtlı zamanım var karar vermek için, erteliyorum. Tüh, geç kalmışım, kaçırmışım cümleleri  kapımı çalmak üzere...
***
Şu an canım , canımı acıtacak film, şarkı, söz çekiyor. Mazoluğum depreşti...Önerilere açığım, her zamanki gibi.
***
Buralar dutluk ve hep öyle kalacak gibi bir his var içimde..Yanlış ata oynadınız sanki. Benden söylemesi. 
***

9.09.2017

BEKLE BENİ DEDİ GİTTİ, BEN BEKLEMEDİM O GELMEDİ....


" Bana korkmadan risk alanların cesur olduğu öğretildi. 
Ama daha cesuru, korkularına rağmen risk alanlardır. 
Cesaret korkunun ettiği duadır.!!!" *
"Ömrüm seni beklemekle nihayet bulacaktır" demiş Fitnat Hanım. 
Bizim ömrümüz de beklemekle geçiyor işte. Hep bi'şeyleri bekliyoruz. Herkes bi'şeyler değişsin istiyor hayatında. Ahh yanlış oldu, değişsin değil, değiştirilsin  istiyor, birileri değiştirsin. Bu işimize geliyor. Değişsin demek bizim  adım atmamızı gerektiriyor, harekete geçmemizi, seçim yapmamızı, yola koyulmamızı.... Ama işimize gelmiyor. Sorumluluk almak istemiyoruz. Sonuç istediğimiz gibi olmazsa suçlu konumuna düşmekten korkuyoruz. Oysa ki biz neticelere katlanacak kadar güçlü ya da cesur değiliz. İşte o zaman karşımıza hemen "ağlarını ören kaderin bize yaptığı haksızlık" çıkıyor. Adil davranmayan hayatın başkalarına cömert davranırken bizden esirgedikleri... Sıkıca yapışıyoruz, can simidimizmiş gibi... Sarıldıkça dibe çöküyoruz, batıyoruz !!!. Oysa bizi dibe çeken " haksızlık" olarak adlandırdığımız o durum değil, karşı koymak yerine teslim olmamız, ona sarılmamız, kurtulmaya çalışmak yerine kurtarıcı beklememiz...
"Mevzu acı çekmekten ibaret değildi. Aynı zamanda acı çekerek bir şeyler öğrenmekti" ** Acı, üzüntü, korku, yılgınlık  içimizdeki "yapmalıyım/ yapabilirim"'i ateşlemiyorsa , çıkış yolu bulmamıza yardımcı olamıyorsa "dipsiz kuyularda merdivensiz kalmak" kaçınılmaz son olacaktır. Acıyla olgunlaşmak kavramını yeni baştan düşünmemiz gerekiyor belki de.. 
Bizi dibe çeken, yaptığımız seçimlerimiz, aldığımız ya da alamadığımız kararlar. Bizi çaresiz bırakan çaresizliğimiz değil, çareyi başka yerlerde aramamız. Önce sen kendin için  çözüm arayacaksın, buluncaya kadar aramaktan vazgeçmeyeceksin.. İşte o zaman değişecek hayatın. Tüm olumsuzluklar, beklemeyi bırakıp adım attığında , senden uzaklaşmaya başlayacak.   
Mutlu insan hayatta her şey kendisine bahşedilen insan mıdır, aleyhine olan durumları fırsata çeviren mi?
Başarılı olan insan olgunlaşmış şartlarla bir yerlere gelen midir, olumsuzlukları basamak yapıp yükselen mi?
"İnsan insanın kurdudur" ***. İnsan , insanın ilacıdır. İlaç , bazen derdine derman olmaz. Bazen de o anki sorunu çözer, başka sorunlara sebep olur. ya da ilaç zannettiğin de sana ilacıymış gibi bakar.
Şimdi her şeyi elinin tersiyle itip, tüm mazeretlerden sıyrılıp, hayatına sahip çıkma zamanı. 
Bekleme... Gelmeyecek....

*     Bu Dünyanın Dışında filminden alıntı
**   Damga Ve Toplumsal Kimlik kitabından alıntı
*** Hobbes'un sözü

....

Ben aklıma mukayyet oluyorum
Senin adın dolaşırken dilimde dimağımda...
Korkularımı biliyorum ve sığınacak yer arıyorum,
Sensizlik duygularımı esir aldığında...

7.09.2017

MASUM DEĞİLİZ....

Kabul edilebilir mazeretlere sığınacak kadar makul bir saflıktı benimkisi.. Masumiyete sığar mıydı bilmiyorum ama zaten söylentiler hiçbirimizin masum olmadığı yönündeydi.
Belki de oradan tanışıyorduk.
Seçenekler sunulmuştu, hadsizce çoktu, ama biz acılardan bağlanmayı yeğledik birbirimize..Daha samimi, daha yapmacıksız ve sağlam gerekçeydi kendimizce...
Şimdi, kozasından sıyrılmaya çalışan ipek böceği misali, bekliyorum ve biliyorum gideceğini..
Dilerim ki,
Hiç unutmazsın,
Seni nasıl sevdiğimi...!!!

6.09.2017

ÖRSELENMİŞ KİMLİĞİN İDARE EDİLİŞİ ( DAMGA)



"Başımız dertte ve bu bizim suçumuz " diyordu ,  geçenlerde izlediğim filmin  kahramanlarından biri. Hatta cesaretle ilgili çok güzel bir sözü daha vardı da geri dönüp alamadım.Tamam, hayat dediğimiz tercihlerimizden ibaret ve her tercihin bir bedeli var. Her vazgeçtiğimizin de elbette. İnsanın en büyük yanılgısı, iki seçenek arasında doğru tercih yaptığında hayatının güllük gülistanlık olacağını zannetmesi. Oysa hayatta hiçbir şey net değil,siyah ve beyazdaki kesin ayrım renklerde mümkün sadece. En azından benim görüşüm böyle. Dayanılmaz zannettiğiniz durum, tüm benliğinizle karşı çıktığınız görüş, zamanla o kadar da kötü durmuyor. Çünkü değişiyorsunuz, gelişiyorsunuz, olaylar sizi törpülüyor. İnsan olmanın gereği belki de bu. Mevsimler değişiyor, bedenimiz değişiyor, duygu ve düşüncelerimiz değişiyor. Elbette verdiğimiz tepkiler de değişecek.
Aslolan , yapılan tercih ya da atılan adımın arkasında durmak, sorumluluğunu taşıyacak kadar sahiplenmek. Gözümüzün hep karşı kıyıda olması, o kıyıya yanaşsak da geldiğimiz kıyıya bakmaktan kendimizi alıkoyamamız da gösteriyor ki, yolumuzu çizerken daha iyi, daha kötü ayrımını iyi yapmak gerekiyor. Ve  sonrasında arkaya bakmadan yola devam etmek.....
Çünkü ister inanalım, ister inanmayalım, adına kader dediğimiz  ve asla müdahale edemediğimiz bir alan/ zaman kesiti var. Ne kadar uğraşırsak uğraşalım, damga gibi üzerimize yapışanlar var. Silmek için uğraştığımız, silsek de ardında bıraktığı izden kurtulamadığımız...
Erving Goffman'ın Damga kitabını büyük bir hevesle alıp, aynı hevesle okumaya başladım. Lakin tıkandım....Çok zor ilerliyorum. Okuduğum cümleler öyle bir sarsıyor ki ruhumu, kendime gelmek için  ara vermek zorunda kalıyorum. Sanırım çok fazla içselleştirerek okuyorum . O kadar dolu, o kadar güzel bir kitap ki, psikolojiye, sosyolojiye ilgi duyanların okumasını isterim. Kitabın tanıtımını yapmak beni aşar. Ama böyle bir kitap var, bilin istedim....
Şarkının bu konuyla ilgisi yok, olayı yumuşatmak için geldi kendileri... Ben defalarca dinledim, hala da dinliyorum....
Sevgiyle kalın...



5.09.2017

YİYİNİZ,İÇİNİZ AMA PİSLETMEYİNİZ...

Bir bayramın daha sonuna geldik.Kimler nerede,neler konuştu çok bilgim yok. Nerede o eski bayramlar muhabbeti yapıldı mı, yedi kişi danaya girmek yerine bir fakirin ihtiyaçlarını karşılayıp en büyük bayram bizim bayram dediler mi, bu sene de kurban bayramı ile hac çakıştı mı bilmiyorum. Çünkü gemi su almaya başladı ve  ben batışı geciktirmek için  fazlalıkları yavaş yavaş atıyorum. Ha bir de, tek tek kişileri gözlemlemek yerine,  toplulukları/ yığınları gözlemlemek daha eğlenceli, kolay,  yorucu, zor.Tamam tezat kavramlar ama işin gerçeği bu. 
Misal, dün akşam Konak'a inip , Kordon boyu yürüdük. Konak kabus gibiydi resmen. Tüm samimiyetimle söylüyorum neredeyse ağlayacaktım. Yok böyle pislik. İnsanlar çimlerin üzerine oturmuş, deli gibi çiğdem çitleyip , etrafa savuruyorlardı kabuklarını. Her yerde pet şişeler. Ama alanı çoktan terk etmiş bir grubu takdir ettim doğrusu. Çöplerini bir poşete toplamışlar, öylece bırakmışlar. Bundan iyisi Şam'da kayısı....
Şamlılar da vardı. Kalabalık, rahat,  cangıl cungul... Da dedim, Suriyeliler de...Her yer Suriyeli değildi elbette. Araplar çok pis diyen Türkler de oradaydı. O pisletenler arasında.. Yiyip içip, çöplerini bile toplamadan gidenler , halihazırda çöpünü yayanlar arasında bizim insanımız da vardı... 
Yanımdaki misafirden utandım. Oraya sürüyle  hayvan yaysanız, böyle çöpe boğmaz, hatta yenilebilir olanları temizlerdi. 
Yapacak bi'şey yok. Konumumuz Ortadoğu , kafa yapımız da yaşadığımız coğrafya doğrultusunda ne yazık ki... Kısacası "coğrafya kaderdir". Oysa, madem ki temizlik imandandır, ev sahibinin de misafirin de çoğunluğunun Müslüman olduğunu düşünürsek, akşamki manzarayla karşılaşmamalıydık. Demek ki Aliya İzzetbegoviç'in dediği gibi " İyi insan olmadan iyi müslüman..." olunmuyor....İnsan olmayı beceremeyenlerin müslümanlığı , İslamla bağdaşmıyor...

Neyse,eğer yazıyı sonuna kadar okuduysanız, şu şarkıyı da dinleyin ki güzel ayrılın...





28.08.2017

OKU/YORUM...


Kasabamızın kokularını taşıyan bir sesle....
...sağ elinin başparmağıyla habire tesbih tanelerinin üstünde yürüdü.
...dışarıya ait görüntüleri alıp alıp içinde biriktiriyormuş gibi hep sağa sola baktı.
...muhallebi gibi yumuşacık bir sesle.
...gelişindeki telaşın rüzgarını taşıyan lüzumundan yüksek bir sesle...
Bir elinde de sigara vardı, bu yüzden sesi ağzından dumanlar halinde çıkıyor, işitilmez olduğunda bile sanki kaybolmuyor, havada öyle,salkım saçak uçuşuyordu.
...dayımın sesinin içinden  sessizce geçip merdivene doğru yürüdü...

Okumuş olduğunuz cümleler, daha yenice bitirdiğim , Hasan Ali Toptaş'ın Kuşlar Yasına Gider kitabından alıntılar. 
Türkçeyi en iyi kullanan yazarlardan biri olduğunu duyalı bir iki sene olduysa da , bir hafta önce alabildim kitabını. Önce aldığım diğer iki kitabı okuyup, sona sakladım. İyi ki de öyle yapmışım. Belki özellikle Türkçeyi kullanış biçimine , ifadelerine odaklandığım için büyülendim resmen. Ve sonra dili bu kadar güzel, akıcı, zengin kullanan bir insanın , olayları, insanları çok iyi gözlemlediğini,  dış dünyaya gözünden bakmadığını, dış dünyanın gözlerinden içine aktığını düşündüm. Bu Allah vergisi bir yetenek mi, çok okumanın kazandırdığı bir haslet mi, yoksa akıp giden zamana inat, aheste ve dingin yaşamanın getirisi mi bilemem. Ama okurken o dinginliği hissettiğim kesin..
Facebook  hesaplarımı dondurmadan  önce ( biri resmi , diğeri okul için açtığım iki  hesabım vardı. bu arada instagram hesabımı da dondurduğumu belirteyim ki, en azından bloggerlar haberdar olsunlar değil mi ama ..) "Kitap Düşkünleri" diye bir sayfayı takip ediyor, hızlıca tanıtımı yapılan kitapları okuyordum. Öyle aman aman  dikkate değer  tanıtım bulmak zor tabi ki. Genellikle  "yeni cicilerim geldi, hangisinden başlasam,  ay kitap çok sıkıcı oku oku bitmiyor" tarzı paylaşımlar.... Bir vatandaş yılda kaç kitap okuyorsunuz diye sormuş.  Cevaplar  arasında "geçen yıl 150 okumuştum, bu seneki hedefim 200" diyen bir  kız dikkatimi çekti. Arkadaşım, hadi yemeyip içmeyip iki günde bir kitap bitiriyorsun diyelim. Bitirdikten sonra hiç mi ara vermiyorsun, üzerinde hiç mi düşünmüyorsun? Okuduğun o cümlelerin, kelimelerin  beyninden ruhuna , davranışlarına, bakışlarına yansıması için hiç mi fırsat vermiyorsun? Biraz düşün, kafa yor, yorumla.. Zaten doğru dürüst kitap okumuyoruz, okuyanlarımız da böyle yaparsa nice olur halimiz? Ondan sonra "herkez"ler havada uçuşuyor,  de / da' lar nerede ayrı nerede bitişik/ birleşik yazılır bilemiyoruz."Halbu ki" diyoruz sonra, "öyleki" peşinden geliyor...
Bunları geçtim, okuyor okuyor, gram ilerlemiyoruz. Çok okuyor olmamız, başkalarını anlamamıza değil, küçümsememize sebep oluyor sadece. İnsanlara hoşgörüyle yaklaşmak yerine yargılamaya başlıyoruz. Penceremizi genişletiyor, başka pencereler açmaktan imtina ediyoruz. Eksik ya da  hatalı yönlerimizi törpülemek yerine enaniyetimizi şişiriyoruz. Oysa okumak insanlarla aramızı açmamalı, anlaşmamızı kolaylaştırmalı. Kendimizi aydınlatıp, etrafımızı karanlık görmek yerine , konuştuğumuz, karşılaştığımız, iletişimde bulunduğumuz her insanın beynine, duygularına, ruhuna dokunabilmeliyiz. Eğer bir insanın yolunu değiştiremiyorsak,onun ufkunda yeni yollar açamıyorsak durup düşünmeliyiz. "insan ne için okur?"
Bu söylediklerim öncelikle benim için geçerli. Vakit buldukça önceki yazılarımı okuyor ve  " ben bu kelimeyi nasıl yanlış yazmışım ! " diye hayret ediyorum. Hala insanları sığ düşünmekle suçlayabiliyorum. Bazen  bir insan  böyle bir hata yapar mı diyor, hoşgörüsüzlüğün dibine vuruyorum. 
Kısacası okuyalım ama okumakla kalmayıp üzerinde biraz da kafa yoralım diyorum...
Sevgiyle kalın...


25.05.2017

GÖNÜL ARSIZI....


Sevda yüküm,
Yüklendiğimde yüreğimi hafifleten yüküm...
Gel seninle utanmaz olalım..
arsız ,
umarsız,
duyarsız olalım...
doymayalım ne sevmeye, ne sevilmeye,
aç gözlü olalım..
dünya yansın, yıkılsın,
aldırmayalım...
kırıp döksek de birbirimizi,
yaralayıp incitsek de,
yine birbirimize sığınalım...


taslaklarda karşıma çıktı. ben mi yazmışım bunu dedim. Allahım n'olur intihal olmasın :))  değildir ya..başkasının yazdığını niye taslaklara kaydedeyim değil mi ?


6.04.2017

YİNE YENİDEN ANTAKYA...

"Coğrafya kaderdir" derken ne kadar haklıymış İbn-i Haldun. Tek etmen değil belki, ama temel alınacak kadar önemli. Hatay'a bu gidişimde daha iyi anladım . İnsan , doğduğu, büyüdüğü toprağın mahsulü oluyor bir nev'i . Bereketli topraklarda yetişen  bitki nasıl  serpilip gelişiyorsa,  dal budak salıyorsa, birçok medeniyetin izlerini taşıyan topraklarda yetişen insanın hoşgörüsü, dünyaya bakış açısı da  o kadar  geniş oluyor. Tabi bu demek değildir ki, bir ülkenin aydınları oralardan çıkıyor. Ama şu da bir gerçek , mayayı  taşıyorlar  kafa yapılarında.. 
Hatay bir çok medeniyetin beşiği.. Hem geçmişte, hem de günümüzde Hristiyanlığın, İslamın, Yahudiliğin mensuplarının  ve  sünnisinden alevisine, kürdünden türküne, halkın iç içe yaşadığı kültürel zenginliği bol bir şehir. Sohbet ettiğimiz bir esnaf demişti ki "biz burada sen sünni misin, alevi misin diye sormayız. Çünkü böyle bir soru bize göre ayıptır, ayrımcılıktır.  İnsana insan olarak bakar ve değer veririz." 
Sanırım, kaç kere gidersem gideyim, aynı şekilde büyüleneceğim. Ve keşfetmem gerekenler bitmeyecek. 
Hatay'ın sadece sokaklarında dolaşmak  bile büyük keyif. 
Binden fazla fotoğraf çekmişim 3 günde .
Kitap yazacak kadar çok şey var  zihnimde.  Lakin, bilirsiniz ki ben uzun yazmaktan sıkılırım. Ayrıca amacım bilgilendirmekten ziyade merak uyandırmaktır. İnstagramdan takip edenler çoğu fotoğrafları görmüştür, görmeyenler için yayınlayıp, iştah kabartayım.  Gidin, gezin, görün... hoşlanmaz ve memnun kalmazsanız, söyleyin, bir de ben gezdireyim sizi :)



Asi nehri, Hatay'ı ikiye bölmüş. Sağ taraf eski, sol taraf yeni  yerleşim yeri. Ben tabi ki  eski Hatay'ı daha çok sevdim.






Ve işte benim meftun olduğum Hatay sokakları...






  Saint Pierre kilisesi...Hristiyanlığın ilk kilisesi olarak bilinen, mağaradan oluşan kilise... "Hristiyanlık " adının ilk kez burada konduğu rivayet ediliyor...



Sarımıye Camii. Avlusuna , minarenin altındaki kapıdan girilen iki camiiden bir tanesiymiş.







Türk Katolik Klisesi... Sarımiye camiinin hemen arkasında. Çan ile minarenin aynı karede buluşması..
                                                  

     


İyi gezmeler :) 

18.02.2017

ısınma turu...

Kaç kez oturdum şu pc başına da , derleyip toparlayamadım o minnak beynimin içinde dolaşanları.Ekran bana baktı, ben göz göze gelmekten  hicap ettiğimden   kaçırdım gözlerimi.
Bu arada yazmayalı aylar olmuş.Geri dönmek  öyle sandığınız kadar kolay olmuyor işte. Yaşadıkça yazılacaklar birikiyor ama kelimelere dökmek zorlaşıyor. Neyse ki sevgili Emine  mimledi de yazmak için bahanem oldu. İnstagramdan takip  ediyorum paylaşımlarını , yüzümü güldürüyor bu kız benim.
Mimin  , daha doğrusu akımın konusu " reklamlardaki gibi olmayan şeyler"... Tabi hanım kızımız belgelerle gelin bana dediği için, bu konuyu ilerleyen günlere bırakıyorum :) Konu aklımda  ama fotoğraf yok.
Ben iyisi mi Deeptone 'nun mimini cevaplayayım.

1-Sihirli bir değneğin olsa hayatında hangi anı değiştirmek isterdin?
Kırar atardım. Cidden. 
Belki böyle bir soruyu cevaplamak için yanlış bir ruh hali içindeyim.Belki de en doğru zaman, bilmiyorum. Elimde en azından  bildiğim bir hayat var. İyi, kötü, güzel çirkin, doğru ,yanlış her anına vakıf olduğum bir hayat. Bir "an"ını  değiştirirsem  neyle karşılaşacağımı  bilmiyorum ki. Ya değiştirdiğimden daha kötü olursa  ?  Hem bu hayat benim eserim ya. Her anında "ben" varım. Benim acılarım, benim pişmanlıklarım, benim mutluluklarım  var. Hepsinde benden izler var. Onlara nasıl kıyarım . Bir bilinmezle nasıl değiştiririm. Yama gibi durmaz mı ? 

2- Küçükken ,büyüyünce ne olmak isterdin? Şu an mesleğin ne ?
Öğretmenlik hayalimdi.  Edebiyat ya da matematik. Her iki alanı seviyorum. Edebiyat belki biraz ağır basıyor olabilir.  Bir ara doktorluk da araya girdi ama, ben eşit ağırlıktan yana kullandım şansımı. Hukuk okudum.

3- Burçlara inanır mısın? Burcunun özelliklerini taşıyor musun ?
Burçlara inanırım.Ama  gazetelerdeki günlük burçları okumam, inanmam da. İkizlerim. Yükselenim yengeç. Burcumun özelliklerini taşıyorum  sanırım. En azından büyük bölümünü. (Yazdım sildim burada taşıdığım özellikleri. Malum en güzel iki burcu  taşıyan bünye elbette mükemmel insan tipi olacak :) ) Aşırının aşırısı duygusallığım yengeç burcundan . Genelde kindarlık olarak değerlendirilse de , ki ben asla kabul etmiyorum, çok kırıldığımda tamirim mümkün olmuyor. Daha bugün   düşündüğüm için bu ayrıntıyı şeeyettim.
Ben "hep sonradan sonradan" dahil olduğum için bu etkinliklere ve uzun süredir okuyamadığım için blogları, tekrar olmasın diye  isteyen yapsın diyorum  Deep gibi :) 
Kalın sağlıcakla ...