Cumartesi öğleden sonra telefonda konuşurken "buluşalım, yüz yüze görüşelim" dedim. Pek hevesli değildi ama ısrarlarıma dayanamayıp geldi. Birlikte yürüyüş parkuruna gidip, hem yürüdük, hem fotoğraf çektik, hem de konuştuk. Banka oturduğumuz sırada aylar önce bana yazdığı mektubu uzattı. Daha önce hiç bahsetmemişti.
Okumaya başladım . Kalemi kuvvetlidir, zekidir, duygusaldır, donanımlıdır. Böyle birinin yazdığı mektup merak duygumu zirveye çıkardı.
"merhaba, seni ne kadar özledim bir bilsen" diye başlıyordu mektup. Hızlıca satırların üzerinde gezerken gözlerim, O'na kulak kabartmayı da ihmal etmemiştim. "Üşüdüm, yürüyelim biraz" diyordu. "Sen yürü ve ısın , okumak istiyorum "dedim. Ama ne mümkün, rahat bırakmayacaktı. Konuşmaya başlamıştı bir kere. "Oku ve geri ver " dedi. "Tamam" dedim...
Başımı kaldırıp" ne geri vermesi, bu mektup benim değil mi, bana vermedin mi? Hak iddia edemezsin,vermeyeceğim" dedim.
İstemekte haklıydı,
geri vermemekte haklıydım.
Mektubunda da belirttiği gibi, nefis bir kitabın içinde, okurunu alıp başka alemlere sürükleyecek kadar güzel cümleler vardı.
"Yazmasaydım deli olacaktım" der Sait Faik.
Deli olmamak için yazmak,
deli olmak için okumak şart.
Oysa ben, hem okumayan hem yazmayan güruhun içindeyim şu aralar. Elbet okuyorum, ama gidişatımızı değil, elbet yazıyorum ama gidişatı değil.
Mektup , biraz sarstı beni. Biraz çok hafif kalır, oldukça sarstı. Hani toprağa gömsem şu 3-5 sayfayı, koca bir kitap çıkar ortaya.
Olayları yaşarken, ister şahsi, ister umumi, geri çekilip karşıdan bakabilmek çok önemli. Daha objektif değerlendirmek için,sebep sonuç analizi yapabilmek için, yıkılmamak, yıkıldığımızda da toparlanıp tekrar ayağa kalkabilmek için, kişisel endişelerden, korkulardan sıyrılabilmek için, bencillikten vazgeçebilmek için, daha aklı selim düşünebilmek için....
.....
Eve döndüğümde, elime bir bardak su alıp, pencereyi açtım. Ara ara yaptığım gibi tam saksıya dökecekken gözlerime inanamadım. Aylar önce aldığım taze cevizleri , öylece poşetin içinde unutmuş, bozulduklarını görünce de üzülerek atmıştım. İki tanesi hariç.
İki cevizin içinden beyaz uç çıkmış, bir umut deyip saksıya gömüvermiştim. Bir tanesi yeşil filiz vermiş, tepesinde de 3 yaprak.O anki mutluluğumu anlatamam.
Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkında
Yapraklarım suda balık gibi kıvıl kıvıl
Yapraklarım ipek mendil gibi tiril tiril
Kopar ver, gözlerimin gülüm yaşını sil
Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkında
Ne sen bunun farkındasın ne de polis farkında ...
Diyor ya hani Nazım Hikmet bir şiirinde . Ağaç olmaya doğru yol almış cevizim de farkına varamamışım.
Derler ki, sevginin iyi edemeyeceği hastalık yoktur.
Derler ki, sevgi her zorluğu aşar.
Derler ki, sevdiğinizi söylemekten çekinmeyin.
Diyorum ki, sevdiklerimizi, en çok da kendimizi üzmeyelim, umutsuzluğa kapılmayalım. Şiir okuyalım, kitap okuyalım ve bol bol yazalım. İçimizden geldiği gibi, eğip bükmeden yazalım. Güzel anılar biriktirelim, doğru tahliller yapalım, ön yargılı olmayalım, anlamadan dinlemeden hüküm vermeyelim.
11.12.2018
7.11.2018
MİM / İNSAN NE İLE YAŞAR?
Mimleri genelde kafama göre yaptığım sıkı takipçilerimin malumudur. ( Yani mutlaka bir iki de olsa, beni okumadan geçmeyenler vardır diye sıkı takipçilerim dedim.) Bu mim de nasibini alacak elbette.
Parmak izlerimizin, kokularımızın, karakterlerimizin , düşünce yapılarımızın..vs. farklı oluşu gibi, yaşama sebeplerimiz ve yaşam kaynaklarımız da farklı bana göre. Aksi düşünülemez. Herkesin sorusu, sorusuna aradığı tatmin edici cevabı göreceli. İstek ve ihtiyaçları farklı olduğu gibi. Bu soruya sevgi diyenler olacağı gibi, para, sağlık, nefret, acı , aile... diyenler de çıkacaktır.
İnsanoğlu öyle haksızlıklara, öyle zulümlere maruz kalıyor ki, Diriliş ( The Revenant) filmindeki gibi , intikam alma duygusuyla ölüme meydan okuyabiliyor. Hayata bu duygu sayesinde tutunabiliyor. İşte bu nedenle insan ne ile yaşar bilemem, herkese tek tek sormak lazım. Ben sadece kendime ait olanı açıklayabilirim.
Ben ne ile yaşarım?
Ben neden yaşarım?
Bunca iğrençliğin,haksızlığın,zulmün , vahşetin, acımasızlığı kol gezdiği , hep birlikte cehenneme dönüştürdüğümüz bu dünyada beni ayakta tutan ne?
Her sabah gözümü açtığımda yüzüme yerleşen gülümsemenin sebebi ne?
Yapmaya çalıştığım, yapamasam da olmasını istediğim, hayattan beklentilerim neler?
Yapmaya çalıştığım, yapamasam da olmasını istediğim, hayattan beklentilerim neler?
Sebep yukarıda saydıklarımı unutmamı sağlayan her şey....
En başta dinginlik, sükunet. Ruhu dingin bir insan ne yazık ki değilim. Hatta bazen beni bile yoran değişkenliğim var diyebilirim. Ama çevrem, içinde bulunduğum ortam, muhatap olduğum insanlar sakin olsun isterim. Sakin olsun ki , kendi çalkantılarımla başa çıkabileyim. Mümkün oluyor mu, tabi ki hayır.
İkinci sırada sevgi. Gözler, kelimeler ve kalpler sevgi yüklü olsun. İnsanlar işlerini kerhen değil, hakkıyla ve severek yapsınlar. İnsan, eliyle dokunduğu yere hayat versin, yeşertsin. Bir bakış,bir söz, bir tavır yürekteki yükü alsın, olmadı hafifletsin. Sevgi hoşgörüyü, birlik ve beraberliği peşinden sürükler. Seven, sevgi dolu olan insan affedecidir. Sevgiyle her zorluğun üstesinden gelinir.
Liste giderek uzayacak korkusuyla en son iyilik diyorum. Maddi manevi iyilik. Karşıdaki insanı ezmeden, minnet altında bırakmadan yapılan iyilik. Yapılıp da denize atılacak kadar sessiz sedasız iyilik.
Hadi hiçbiri olmadı diyelim. Elimizden bir şey gelmiyor, en azından insanları üzmemek, zarar vermemek, kimsenin gönlünü kırmamak... Bunları bari yapalım ki, başkalarının enerjisini sömürmeyelim, yormayalım.
Peki ya siz ne ile yaşarsınız?
(Aslında cevaplarını merak ettiğim bloggerlar var. Ancak bu mim blog tarzlarına ters düşebilir diye çekindim. Misal Lelia , inanç,güven, sadakat... gibi. Eğer uygun görür de mimi yaparlarsa sevinirim)
1.10.2018
HYGGE FELSEFESİ
BAŞKA BİR GÖKYÜZÜ / EMİLY DİCKİNSON
Daima açık ve durgun
Farklı bir sema,
Ve karanlığa rağmen
Değişik bir gün ışığı var orada;
Solgun ormanlar dert değil,
Sessiz tarlalara etme aldırış,
Yaprakları yeşil
Bir küçük orman var yaz kış
Ve parlak bir bahçe var,
Kırağı ve donun asla uğramadığı;
Solmayan çiçeklerin içinde
Arıların vızıltısını işitirim:
Gel gir, bahçeme
Yalvarırım kardeşim !
Sanırım insanın içine huzur veren, bu yazıya daha uygun başka bir şiir olamazdı. Zülfü Livaneli'nin Serenad adlı kitabını okurken karşıma çıkan bu şiir , Hygge felsefesi için yazılmış adeta.
Peki nedir bu Hygge felsefesi?
İnternette gördüğü, okuduğu, karşılaştığı her güzel ve faydalı bilgiyi bana aktaran , çok iyi bir "medya okuyucusu" olan sevgili hayat yazar sayesinde duydum ben de.
Türkçe karşılığı yok, ama "kendini mutlu etme sanatı" diyebiliriz. Gerçi olumlu düşünme, iyi şeyler yapma, anda kalma olarak adlandıranlar da var. Olumsuz hava şartlarına, insanı depresif ruh haline itmeye yetecek iklimine rağmen , dünyanın en mutlu ülkeleri arasında yer alan Danimarka'dan çıkmış bu felsefe. Gelelim gerekli malzemelere;
Olmazsa olmazı samimi bir ortam
İster eviniz, ister sahil,ister bir dağ evi. Hiç önemli değil. Kendinizi nerede rahat ve güvende hissediyorsanız . Evde ışıkları söndürüp, mumlar yakabilirsiniz. Üstünüze pijamalarınızı ya da salaş kazaklarınızı, ayağınıza yünlü çoraplarınızı geçirebilirsiniz. Nasıl rahat ediyorsanız. Amaç zaten negatif enerjiden kurtulmak, rahatlamak, enerji depolamak ve mutlu olmak.
Eğer sahildeyseniz ateş yakabilir, etrafında çember oluşturabilirsiniz.
Beraber vakit geçirmekten hoşlandığınız insanlar
Aile fertleri, kuzenler,arkadaşlar, dostlar, kardeşler... Hiç fark etmez. Yeter ki gerginlik yaratmayacak, olur olmaz şeylere takılıp kırılmayacak, sizi diken üstünde olmaya zorlamayacak birileri olsun.
Yaş, cinsiyet, mülkiyet ayrımının olmaması
İşte bu felsefenin bizim toplumumuzu en çok zorlayacak maddesi. "Vay efendim ben erkek adamım, ne anlarım kahve yapmaktan" ya da "misafirim ben ayol, ne diye çayları ben dolduruyorum" gibi cümleleri zinhar kullanmıyoruz. Hepimiz eşitiz, hepimiz kardeşiz diyerek işin ucundan tutuyoruz. Tam bir imece usulü masa hazırlanacak, toplanacak. Kimse kimseye hizmet etmeyecek kısacası.
Güzel kokular da olmalı, kurabiye gibi, yemek gibi
Efendim derler ki, ocağın yakınında oturulmalı. Fırından mis gibi kek , kurabiye kokusu gelmeli ki mutlulukta nirvanaya ulaşalım. Ocakta kımıl kımıl, kısık ateşte pişen yemek kokusu da olabilir. Bana sorarsanız darı haşlayın, mis gibi kokuyor. Haaa bir de şömine,soba gibi imkanlarınız varsa portakal, mandalin kabuğu yakabilir, kestane pişirebilirsiniz. Hayal gücünüzü devreye sokun.
Müzik
Fonda şöyle insanı rahatlatan, gevşeten hafif bir müzik olsa ne hoş olur değil mi? İster enstrümantal bir müzik, ister nostaljik şarkılar olsun. bangır bangır bağırmadan hafiften ruha işleyen bir müzik mutlaka olmalı. Ben okumadım gerçi müzikle ilgili bir madde ama müziksiz olmaz ki. Şimdi sen mum yak, ortamı loş ve romantik bir havaya sok, yemek de mideye bayram ettir , yetmesin kurabiye, kek kokusu de. . E ruhun ne olacak? Onun da ilacı müzik tabi ki.
Atıştırmalıklar, şekerlemeler, tatlılar
Daha önce de belirttiğim gibi malum bu felsefe Danimarka gibi soğuk bir memleketten çıktığı ve kuzey yarım kürede şeker tüketimi çok fazla olduğu için, çikolata, şeker... normal. Ama siz isterseniz leblebi üzüm koyun ,dut kurusu koyun, fındık fıstık koyun. Yeter ki elinizin altında yiyecek bir şeyler olsun.
Hoş sohbet
Böyle güzel bir ortamda kalkıp da siyasetten, futboldan konuşacak değilsiniz ya... Masada oturmuş yemeklerinizi yerken ya da çayınızı, kahvenizi yudumlarken, can sıkıcı tüm olayları, gelişmeleri, kişileri bir kenara itip güzel şeylerden, eğlenceli konulardan, şiirden , edebiyattan bahsedebilirsiniz.
Sükunet, dinginlik
Madem ki amaç rahatlamak, her şeyi unutup, sadece içinde bulunduğumuz "an"a odaklanıyoruz. Canımız o günlerde çok sıkkın olabilir, çözmekte zorlandığımız sorunlarımız olabilir. Hepsini kapının dışında bırakıp, ortamın keyfini çıkarıyoruz. Acele etmiyoruz, koşuşturmuyoruz, telaşlanmıyoruz, sabırsızlanmıyoruz. Olduğu kadar, olmadığı kader diyoruz ;))
Peki nedir bu Hygge felsefesi?
İnternette gördüğü, okuduğu, karşılaştığı her güzel ve faydalı bilgiyi bana aktaran , çok iyi bir "medya okuyucusu" olan sevgili hayat yazar sayesinde duydum ben de.
Türkçe karşılığı yok, ama "kendini mutlu etme sanatı" diyebiliriz. Gerçi olumlu düşünme, iyi şeyler yapma, anda kalma olarak adlandıranlar da var. Olumsuz hava şartlarına, insanı depresif ruh haline itmeye yetecek iklimine rağmen , dünyanın en mutlu ülkeleri arasında yer alan Danimarka'dan çıkmış bu felsefe. Gelelim gerekli malzemelere;
Olmazsa olmazı samimi bir ortam
İster eviniz, ister sahil,ister bir dağ evi. Hiç önemli değil. Kendinizi nerede rahat ve güvende hissediyorsanız . Evde ışıkları söndürüp, mumlar yakabilirsiniz. Üstünüze pijamalarınızı ya da salaş kazaklarınızı, ayağınıza yünlü çoraplarınızı geçirebilirsiniz. Nasıl rahat ediyorsanız. Amaç zaten negatif enerjiden kurtulmak, rahatlamak, enerji depolamak ve mutlu olmak.
Eğer sahildeyseniz ateş yakabilir, etrafında çember oluşturabilirsiniz.
Beraber vakit geçirmekten hoşlandığınız insanlar
Aile fertleri, kuzenler,arkadaşlar, dostlar, kardeşler... Hiç fark etmez. Yeter ki gerginlik yaratmayacak, olur olmaz şeylere takılıp kırılmayacak, sizi diken üstünde olmaya zorlamayacak birileri olsun.
Yaş, cinsiyet, mülkiyet ayrımının olmaması
İşte bu felsefenin bizim toplumumuzu en çok zorlayacak maddesi. "Vay efendim ben erkek adamım, ne anlarım kahve yapmaktan" ya da "misafirim ben ayol, ne diye çayları ben dolduruyorum" gibi cümleleri zinhar kullanmıyoruz. Hepimiz eşitiz, hepimiz kardeşiz diyerek işin ucundan tutuyoruz. Tam bir imece usulü masa hazırlanacak, toplanacak. Kimse kimseye hizmet etmeyecek kısacası.
Güzel kokular da olmalı, kurabiye gibi, yemek gibi
Efendim derler ki, ocağın yakınında oturulmalı. Fırından mis gibi kek , kurabiye kokusu gelmeli ki mutlulukta nirvanaya ulaşalım. Ocakta kımıl kımıl, kısık ateşte pişen yemek kokusu da olabilir. Bana sorarsanız darı haşlayın, mis gibi kokuyor. Haaa bir de şömine,soba gibi imkanlarınız varsa portakal, mandalin kabuğu yakabilir, kestane pişirebilirsiniz. Hayal gücünüzü devreye sokun.
Müzik
Fonda şöyle insanı rahatlatan, gevşeten hafif bir müzik olsa ne hoş olur değil mi? İster enstrümantal bir müzik, ister nostaljik şarkılar olsun. bangır bangır bağırmadan hafiften ruha işleyen bir müzik mutlaka olmalı. Ben okumadım gerçi müzikle ilgili bir madde ama müziksiz olmaz ki. Şimdi sen mum yak, ortamı loş ve romantik bir havaya sok, yemek de mideye bayram ettir , yetmesin kurabiye, kek kokusu de. . E ruhun ne olacak? Onun da ilacı müzik tabi ki.
Atıştırmalıklar, şekerlemeler, tatlılar
Daha önce de belirttiğim gibi malum bu felsefe Danimarka gibi soğuk bir memleketten çıktığı ve kuzey yarım kürede şeker tüketimi çok fazla olduğu için, çikolata, şeker... normal. Ama siz isterseniz leblebi üzüm koyun ,dut kurusu koyun, fındık fıstık koyun. Yeter ki elinizin altında yiyecek bir şeyler olsun.
Hoş sohbet
Böyle güzel bir ortamda kalkıp da siyasetten, futboldan konuşacak değilsiniz ya... Masada oturmuş yemeklerinizi yerken ya da çayınızı, kahvenizi yudumlarken, can sıkıcı tüm olayları, gelişmeleri, kişileri bir kenara itip güzel şeylerden, eğlenceli konulardan, şiirden , edebiyattan bahsedebilirsiniz.
Sükunet, dinginlik
Madem ki amaç rahatlamak, her şeyi unutup, sadece içinde bulunduğumuz "an"a odaklanıyoruz. Canımız o günlerde çok sıkkın olabilir, çözmekte zorlandığımız sorunlarımız olabilir. Hepsini kapının dışında bırakıp, ortamın keyfini çıkarıyoruz. Acele etmiyoruz, koşuşturmuyoruz, telaşlanmıyoruz, sabırsızlanmıyoruz. Olduğu kadar, olmadığı kader diyoruz ;))
Aslında Hygge Felsefesi için özel günler, geceler düzenlemeye hiç gerek yok. Adı üstünde felsefe... Yaşam tarzı olmalı. İnsan, hayatını tamamıyla bu şekilde dizayn edemez, böyle yaşayamaz belki ama, elinden geldiğince bu vakitleri çoğaltabilir. Hatta stresin insan sağlığı üzerindeki olumsuz etkileri ve hemen hemen her hastalığın tetikleyicisi olduğu yapılan araştırmalarla ortaya konmuşken, böyle günleri, akşamları, ortamları elinden geldiğince sık yaşamaya gayret etmeli.
Yapacağımız şey çok basit. Sevdiklerimizle el ele verip güzel bir masa etrafında toplanıp ya da yerdeki rahat minderlere oturup , gülüp eğlenmek, anın tadını çıkarmak.
Tıpkı bizim Sıra Gecelerimiz gibi....
Köylülerin, uzun kış gecelerinde, köy odalarında toplanıp muhabbet etmeleri, oyunlar oynamaları gibi....
Belki de bizim toplumumuzun Hygge Felsefesi, çubuklu pijamaları giyip , pikniğe gitmeye dayanıyordur .
21.09.2018
ASLA / MİM
Mime uygun bir müzik değil belki ama, siz de dinleyin istedim
Sevgili Kadriye bence oldukça zor bir mim hazırlamış. Zor dedim çünkü benim "asla"larım değişir. Bugün söylemem derim, yarın dilimden düşmez. Hayatta yapmam derim, ölmeden önce yapılacaklar listesinde ilk sıraya girer.
Kararsızlıktan değil, hercailikten de değil. Okuyoruz, düşüncelerimizi geliştiriyoruz, büyüyoruz ruhumuzu olgunlaştırıyoruz. At gözlüğümüzü çıkarıyor, farklı açılardan bakıyoruz. Kısacası insanız, "hep daha ileriye " derken, birçok şeyi ardımızda bırakıyoruz. Alışkanlıklarımızı, önyargılarımızı, ideallerimizi, düşüncelerimizi.....
O halde son zamanlardaki aslalarım demek daha doğru sanırım..
Neyse, cevapları okuyup beni tanıyanlar "nasıl yani" demesin;))
Asla affetmem
İkinci şansını iyi değerlendiremeyeni
Asla vazgeçmem
Objektif olmaktan
Asla hazetmem
Menfaati için yalakalık yapandan.
Asla yemem
Kendini zeki zannedenlerin numaralarını
Asla bitmesin
Yaşama enerjim, gelecek umudum...
Asla gitmem
Hayvanların olduğu sirklere asla gitmem. terbiye etmek adına ne işkenceler ediyorlar zavallı hayvanlara. Kimse gitmezse acı çekmezler.
Asla söz etmem
Birine ufacık da olsa bir yardımım dokunduysa asla söz etmem. Ne ona ne başkasına.
Asla dememeli
"çok yalnızım"
Çünkü yalnızım diyebileceğin biri varsa aslında yalnız değilsindir. Yoksa kendi kendine konuşmak olur, karşıdan gören deli der .
Asla itiraf etmem
Evet etmem, Neyi itiraf etmeyeceğimi söylersem, itiraf etmiş olurum, bu da sorunun cevabı olmaz.
Asla yapmadım
Bile isteye kimseye kötülük yapmadım.
Bu güzel mim için teşekkür ederim Kadriyeciğim.
Okuyan herkes mimlendi ;)
7.09.2018
DOKUZDOLAMBAÇ / NAGİHAN ŞAHİN
Dudaklarımın kenarlarında sevimli,
iş-bilir kırışıklıklar olsun istiyorum.
"İn my blue castle" isimli blogda yazdığı yazıları keyifle okuduğum sevgili Narda , "kitaplı bloggerlar" kervanına katılalı aylar oldu. Ne yazık ki daha yeni yazabiliyorum. Bu da benim ayıbım olsun .
Kitabın ismi Dokuzdolambaç. Hece Yayınlarından Mayıs ayında çıkan öykü kitabı. Kapak tasarımına bayıldım. Sıcak, samimi.... ev var ev, daha ne olsun. Arka kapak renginin kırmızı, kapak içi sayfaların mor renkte olması ayrı bir hava katmış. Kitap 128 sayfa, 21 kısa hikayeden oluşuyor. En çok sevdiğim tarafı, mürekkepten kısmamışlar, çok rahat okunuyor.
Hem konu, hem teknik açıdan hikayeler birbirinden bağımsız .
En çok, Ahsen Sabah ve Meclis Dışında'nın cümlelerinin altını çizdim.
Eşik ve Sihirbazın Kızı'nda hayal gücüne hayran kaldım.
Diyorum 'daki " Amaaan, nayniri dünya, boş ver, öleceğiz nasılsa, diyorum" cümlesini dilime pelesenk ettim.
El Ele'de ters köşe oldum.
Üçken.... güzeldi. Lakin, ikizler burcunu kıskandığını bu kadar belli etmeseydi keşke demeden geçemedim ;))
Uzun zamandır bekliyordum kitabın çıkmasını. Güzel olacağından da emindim. İtiraf etmeliyim ki, öykülerde Narda'nın yazmadaki yeteneğinin yanı sıra, farklı alanlardan okuyarak kendini ne kadar çok beslediğini de gördüm.
Sevgili Nagihan Şahin'i, kitabı için tebrik ediyor, yolun açık olsun arkadaşım diyorum.
Ne mutlu ki, edebiyat dünyası çok iyi eserlere imza atacağının sinyallerini Dokuzdolambaç'la veren güçlü bir öykü yazarı kazandı.
Kitabın ismi Dokuzdolambaç. Hece Yayınlarından Mayıs ayında çıkan öykü kitabı. Kapak tasarımına bayıldım. Sıcak, samimi.... ev var ev, daha ne olsun. Arka kapak renginin kırmızı, kapak içi sayfaların mor renkte olması ayrı bir hava katmış. Kitap 128 sayfa, 21 kısa hikayeden oluşuyor. En çok sevdiğim tarafı, mürekkepten kısmamışlar, çok rahat okunuyor.
Hem konu, hem teknik açıdan hikayeler birbirinden bağımsız .
En çok, Ahsen Sabah ve Meclis Dışında'nın cümlelerinin altını çizdim.
Eşik ve Sihirbazın Kızı'nda hayal gücüne hayran kaldım.
Diyorum 'daki " Amaaan, nayniri dünya, boş ver, öleceğiz nasılsa, diyorum" cümlesini dilime pelesenk ettim.
El Ele'de ters köşe oldum.
Üçken.... güzeldi. Lakin, ikizler burcunu kıskandığını bu kadar belli etmeseydi keşke demeden geçemedim ;))
Uzun zamandır bekliyordum kitabın çıkmasını. Güzel olacağından da emindim. İtiraf etmeliyim ki, öykülerde Narda'nın yazmadaki yeteneğinin yanı sıra, farklı alanlardan okuyarak kendini ne kadar çok beslediğini de gördüm.
Sevgili Nagihan Şahin'i, kitabı için tebrik ediyor, yolun açık olsun arkadaşım diyorum.
Ne mutlu ki, edebiyat dünyası çok iyi eserlere imza atacağının sinyallerini Dokuzdolambaç'la veren güçlü bir öykü yazarı kazandı.
Kitaptan sevdiğim bazı cümleler;
- İnsan ölmüyor ama yaralanıyor. Delik deşik oluyor ve sonra bunu moda olmuş bir kıyafet gibi salına salına giyiyor. Sonra başkalarını yaralıyor. Cinayet tek seferde işlenmiyor.
- Bazı mimikleri, bazı anları anlatmak çok zordur. Aslında sadece hissetmişsinizdir. Ortada hissinizden başka sizin düşündüklerinizi doğrulayacak, onaylanmış ve genellenmiş hiçbir kanıt yoktur. Sinsi bakış ile saf bakışı ayırt etmek gibi. Beden dilini okumaktan başka bir şeydir aslında bu...
- Kendime olur olmaz aşklar, işler icat ediyordum galiba.
-İnsanın kendini tanıdığı zamanlar var. Bir, bilemedin iki saniyede olup bitiyor.
-...artık köprüler geçilmek için değil.
- Yalnızdınız, bu çağın gerektirdiği gibi ve O 'na ihtiyacınız olduğunu düşünüyordunuz. O'nun kim olduğunu bile bilmiyordunuz hem. Belki sadece " Ne güzel bir sabah!" diyebilmek için.
-Karşındaki, hayatın boyunda bir kez daha karşılaşma ihtimalinin neredeyse sıfır olduğu bir yabancı olsa belki her şeyini anlatırdın bir defada.
- Onlara durgunluk gibi ya da kibirlilik gibi gelen şey , onun bu istemediği şeyi yapmama özgürlüğünü çok iyi kullanmasıydı.
-... bu cümle , öyle ortada tek başına bırakılacak bir cümle değildi. Bu haliyle o kadar çok şey anlatabilirdi, öyle heybetliydi ki kesinlikle yorumlanması, bir yöne kaydırılması, yontulup küçültülmesi gerekiyordu.
- Şimdi sana açılmaktan korkuyorum. Beni anlayamamandan korkuyorum. Ne kadar samimi olduğunu bilmediğimden korkuyorum. Hesaplılığından korkuyorum.
-Sesi, yeşil bir ağaç dalı gibi...Taze ama dayanıklı...Eğilebilir ama kırılmaz. Adları bilmem ama böyle sesi olan biri hayattan her istediğini alabilir.
-Hayattan ne kadar çok şey istersen, karşılığı da o kadar büyük olur. Sözüme dikkat et yalnız. Karşılığı iyi ya da kötü olabilir. Ya çok kazanırsın ya da dibe vurursun.
- Hayatında her neyden memnun değilsen değiştirmeye çalışmalısın. Vazgeçmemelisin. Bu her zaman, hatta hiçbir zaman kolay olmayabilir. Ama pes etmemeli insan.
- Yıllar sonra anlatmak için mi birikiyor anılar? İnsan yaşarken sadece geçmiş üretiyor. Hayatı boyunca bir yandan kendini bitirirken diğer yandan bu geçmiş yüküyle evreni yıpratıyor.
- Bir gün herkes dinleyenleri olsun isteyecek.
- Zaman ,büyüdükçe hilekar. Kötüyü,acıyı, endişeyi unutarak güzel olana daha çok yer açıyor, güzellik artmış gibi oluyor anarken.
- İnsanın içinde var diyorum; tabiat bize iyi geliyor.
-Çoğalmışken eksilmiş, ilkinden az kalmamış mıydım?
13.08.2018
HEDİYEM GELDİ
Sevgili Sessiz kaldım 'ın organize ettiği etkinlik sayesinde bloggerlar arası kitap çekilişi yapmıştık. Veeee kitabım geldi. Aslında cumartesi elime geçti kitap. Biraz da isteyerek geciktirdim teşekkür yazısını. Henüz eline geçmeyenler vardır diye. Mesela ben Cuma günü gönderdim. Bakalım, benim gönderdiğim arkadaşım seçtiğim kitabı beğenecek mi ?
Gelelim asıl mevzuya, Ebemkuşağı Fakir Baykurt'un "Eşekli Kütüphaneci " kitabını seçmiş benim için. Üstelik blogunda tanıtım yazısını da yazmış. Merak edenler linki tıklayıp okuyabilirler. Sevgili blog arkadaşıma bu güzel hediyesi ve içten notu için çok teşekkür ediyorum.
6.08.2018
UNUTMA BENİ, UNUTAMA BENİ
Nihayet taşınma işi bitmiş, arkadaşlarının
yardımıyla büyük eşyalar iyi kötü odalara yerleştirilmişti. Gerçi her odada
açılmadık koliler hala ulaşılmaz dağ gibi yığın oluşturmuştu. Nasılsa işten izin almıştı, teker teker hepsini açmak için vakti vardı. Hep birlikte içtikleri
yorgunluk çayının ardından arkadaşlarını evlerine yolcu etmişti. Yılları deviren dostlukları vardı. Bazen aylarca görüşmezler, buluştuklarında da kaldıkları yerden devam ederlerdi.
Evdeki boya kokusu rahatsız eder
endişesiyle , koltuğa yığılmadan önce havalandırmak gerekli deyip, pencereye
yöneldi. Hiç değilse birkaç saat bu ağır
kokudan kurtulmalıydı. Camı açtı, kafasını dışarı uzatıp temiz havayı derin
derin içine çekti. Birden hala çayın altını söndürmediğini hatırlayıp, mutfağa
koştu . Ocağı kapatıp salona doğru yönelmişti ki, acı bir haykırış duydu.
Sesin
çok uzaktan geldiği belliydi ama yine de içinin ürperdiğini hissetti. Merakla
camdan başını uzattı tekrar. Etrafa bakındı, adeta nefesini tutarak
dışarıyı dinledi .Ne bir ses vardı ne de hareket. Başını aşağıya doğru
çevirdiğinde birkaç noktadaki beyazlıklar dikkatini çekti. Gözlerini hafif
kıstı, yine de anlayamadı ne olduğunu. Daha iyi görmek umuduyla ışığı söndürüp tekrar pencereye doğru gidiyordu ki,ağzı açık
duran , ıvır zıvır dolu koliye bacağını çarptı. Canı fena yanmıştı. Devrilen koliden matruşka fırladı, her
biri farklı yerlere doğru yuvarlandı. Aldırmadı, o gizemli beyazlıkların ne
olduğunu bir an önce anlamalıydı. Başını dışarı uzattığında şimdi daha iyi
görebiliyordu. Birden, belki de günlerdir ilk kez bir gülümseme yerleşti
yüzüne. Ne olduğunu anlayamadığı o beyazlıklar manolyaydı. Gecenin karanlığında
ne kadar da asil duruyorlardı. Ne kadar narin güzellikleri vardı. Uzanabilse,
dokunmak isterdi. Gerçi bir yerde okumuştu, manolyalar çok sert ve dayanıklı
görünmelerine rağmen oldukça hassas çiçeklerdi.
Dokunulduğu an, renkleri kararıyordu hemen. “tıpkı O’nun gibi” diye
fısıldarken buldu kendini. O da dışarıdan çok kibirli ve sert mizaçlı
görünürdü. Ama iç dünyasında öylesine zavallı, öylesine zayıf ve korkaktı ki. Kendinden bahsetmeyişinin bu sebepten olduğunu anladıktan sonra hiç özel soru sormamış, satır aralarından anlamaya, iç dünyasını keşfetmeye çalışmıştı. En çok da bu yormuştu ya zaten.
Hay aksi, şimdi Ferit nereden gelmişti
aklına !
Üşüyünce fark etti, uzun süredir
çiçeğe daldığını. Hemen camı kapadı, perdeleri sıkı sıkı örttü. Buzdolabını
açtı, yiyecek bir şeyler aradı. En az bir haftalık yemek getirmişti kızlar. Selma’nın sarmasından iki tane attı
ağzına. "Ne kadar muhteşem yapıyor şu sarmayı. Elinin lezzeti annesinden geçmiş galiba " dedi. Çay koydu en sevdiği fincana. Aylin’in
getirdiği kurabiyelerden de iki tane yemeğe karar verdi .
Hala titriyordu.
Elindekileri sehpaya bırakıp, kolilerin arasından üzerinde "örtüler" yazılı olanını
aradı . Bantlarını eliyle açmaya çalışsa da beceremedi. Hemen yanda duran
usturaya çarptı gözü. İçi cız etti
birden. Nasıl gelmişti bu ustura buraya, kim koymuştu ki onu eşyaların arasına.
Güya bu eve taşınırken O’nu da ,eşyalarını da, O’na ait hatıraları da diğer evde bırakacaktı.
"Keşke duygularımı da kolileyip ıssız bir yere atabilseydim "
Hayatındaki herkesi tek tek düşünmeye başladı. Annesi, babası, ablası, arkadaşları..... Kimi aklına getirse bir yönü ya da bir duygu ağır basıyordu. Ama Ferit'i düşündüğü an ruh dünyası karmakarışık oluyor, bildiği tüm sesler beyninde uğulduyordu. Gök gürültüsü, kuş sesleri, yağmur sesi, içini çeken bir çocuk, acı içinde kıvranan kadın sesi ve tatlı tatlı gülen biri... Özlem, sevgi, nefret, pişmanlık, utanç, öfke... Hangisinin ağır bastığını düşünmüştü defalarca, içinden çıkamayınca da oluruna bırakmıştı.
Kabus gibi geçen son iki yılı da
hesaba katarsak tam 4 yılını vermişti .
Vahşi bir at gibiydi Ferit, ehlileşmeye yanaşmayan. Ama inat etmişti, bir şekilde ruhuna dokunacak, yaralarını
saracaktı güya. “Benim yanımda huzur bulmanı istiyorum” demişti hep, içindeki amansız kargaşayı, kendisiyle
hesaplaşmasını farkettiğinden beri . Becerememişti, huzur veremediği gibi,
huzuru da kalmamıştı. Bazı insanların kaostan beslendiğini biliyordu gerçi.
O’nun nasıl bir insan olduğunu çözememişti
bir türlü. Bazen bir çocuk kadar masum, bazen azılı katil gibi acımasız
olabiliyordu. Bir gün ak dediğine ertesi gün kara demesine alışmıştı. Bu ruh
haline dengesizlik demek haksızlık olurdu. Başka bir şey vardı çözemediği. Çoğu zaman hiç sevgi görmemiş
olabileceğini düşünür, ama sormaya cesaret edemezdi.
“Korkuyordu. Kendi etrafına ördüğü duvarlar onun
kalesiydi. Benimle ne zaman uzun uzadıya sohbete dalsa, duvarlarının gittikçe
yıkıldığını görüyor, endişeleniyor, ardından da sinirleniyordu. Savunmasız
hissediyordu belki de kendini” diye düşündü.
Ferit’in ruh dünyasına ilk kez
kendisi bu kadar girebilmişti. Tüm hırçınlığı , asabiyeti bu yüzdendi. O'nu anlıyordu ama yine de acımasızlığına kılıf uyduramıyordu. Şimdi O’nun açtığı yaraları tamir etmeliydi. Adını koyamadığı ne aşka ne tutkuya yakıştıramadığı bu duygulardan kurtulmalıydı.
Koliyi biraz karıştırınca içinden kırmızı renkli battaniyeyi çekti, koltuğa oturdu. Üzerini örtüp, sigarasını yaktı. Çayından bir yudum, kurabiyeden bir ısırık alıp, cep telefonunu kurcalarken Selma'nın gönderdiği şarkıyı gördü, dinlemeye başladı.
Boğazında düğümlenen hıçkırık olayım
Unutma beni, unutama beni
Gözünden damlayamayan göz yaşın olayım
Unutma beni, unutama beni
....
Birden hüzün çöktü içine. Ardından özlem geldi, boğazına yumruk gibi oturdu. Hemen şarkıyı susturdu, başka şeylerle ilgilenmeye çalıştı ama artık çok geçti.
Yalnızlık bataklık gibi çoktan içine çekmişti ....
Yalnızlık bataklık gibi çoktan içine çekmişti ....
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)