Nihayet taşınma işi bitmiş, arkadaşlarının
yardımıyla büyük eşyalar iyi kötü odalara yerleştirilmişti. Gerçi her odada
açılmadık koliler hala ulaşılmaz dağ gibi yığın oluşturmuştu. Nasılsa işten izin almıştı, teker teker hepsini açmak için vakti vardı. Hep birlikte içtikleri
yorgunluk çayının ardından arkadaşlarını evlerine yolcu etmişti. Yılları deviren dostlukları vardı. Bazen aylarca görüşmezler, buluştuklarında da kaldıkları yerden devam ederlerdi.
Evdeki boya kokusu rahatsız eder
endişesiyle , koltuğa yığılmadan önce havalandırmak gerekli deyip, pencereye
yöneldi. Hiç değilse birkaç saat bu ağır
kokudan kurtulmalıydı. Camı açtı, kafasını dışarı uzatıp temiz havayı derin
derin içine çekti. Birden hala çayın altını söndürmediğini hatırlayıp, mutfağa
koştu . Ocağı kapatıp salona doğru yönelmişti ki, acı bir haykırış duydu.
Sesin
çok uzaktan geldiği belliydi ama yine de içinin ürperdiğini hissetti. Merakla
camdan başını uzattı tekrar. Etrafa bakındı, adeta nefesini tutarak
dışarıyı dinledi .Ne bir ses vardı ne de hareket. Başını aşağıya doğru
çevirdiğinde birkaç noktadaki beyazlıklar dikkatini çekti. Gözlerini hafif
kıstı, yine de anlayamadı ne olduğunu. Daha iyi görmek umuduyla ışığı söndürüp tekrar pencereye doğru gidiyordu ki,ağzı açık
duran , ıvır zıvır dolu koliye bacağını çarptı. Canı fena yanmıştı. Devrilen koliden matruşka fırladı, her
biri farklı yerlere doğru yuvarlandı. Aldırmadı, o gizemli beyazlıkların ne
olduğunu bir an önce anlamalıydı. Başını dışarı uzattığında şimdi daha iyi
görebiliyordu. Birden, belki de günlerdir ilk kez bir gülümseme yerleşti
yüzüne. Ne olduğunu anlayamadığı o beyazlıklar manolyaydı. Gecenin karanlığında
ne kadar da asil duruyorlardı. Ne kadar narin güzellikleri vardı. Uzanabilse,
dokunmak isterdi. Gerçi bir yerde okumuştu, manolyalar çok sert ve dayanıklı
görünmelerine rağmen oldukça hassas çiçeklerdi.
Dokunulduğu an, renkleri kararıyordu hemen. “tıpkı O’nun gibi” diye
fısıldarken buldu kendini. O da dışarıdan çok kibirli ve sert mizaçlı
görünürdü. Ama iç dünyasında öylesine zavallı, öylesine zayıf ve korkaktı ki. Kendinden bahsetmeyişinin bu sebepten olduğunu anladıktan sonra hiç özel soru sormamış, satır aralarından anlamaya, iç dünyasını keşfetmeye çalışmıştı. En çok da bu yormuştu ya zaten.
Hay aksi, şimdi Ferit nereden gelmişti
aklına !
Üşüyünce fark etti, uzun süredir
çiçeğe daldığını. Hemen camı kapadı, perdeleri sıkı sıkı örttü. Buzdolabını
açtı, yiyecek bir şeyler aradı. En az bir haftalık yemek getirmişti kızlar. Selma’nın sarmasından iki tane attı
ağzına. "Ne kadar muhteşem yapıyor şu sarmayı. Elinin lezzeti annesinden geçmiş galiba " dedi. Çay koydu en sevdiği fincana. Aylin’in
getirdiği kurabiyelerden de iki tane yemeğe karar verdi .
Hala titriyordu.
Elindekileri sehpaya bırakıp, kolilerin arasından üzerinde "örtüler" yazılı olanını
aradı . Bantlarını eliyle açmaya çalışsa da beceremedi. Hemen yanda duran
usturaya çarptı gözü. İçi cız etti
birden. Nasıl gelmişti bu ustura buraya, kim koymuştu ki onu eşyaların arasına.
Güya bu eve taşınırken O’nu da ,eşyalarını da, O’na ait hatıraları da diğer evde bırakacaktı.
"Keşke duygularımı da kolileyip ıssız bir yere atabilseydim "
Hayatındaki herkesi tek tek düşünmeye başladı. Annesi, babası, ablası, arkadaşları..... Kimi aklına getirse bir yönü ya da bir duygu ağır basıyordu. Ama Ferit'i düşündüğü an ruh dünyası karmakarışık oluyor, bildiği tüm sesler beyninde uğulduyordu. Gök gürültüsü, kuş sesleri, yağmur sesi, içini çeken bir çocuk, acı içinde kıvranan kadın sesi ve tatlı tatlı gülen biri... Özlem, sevgi, nefret, pişmanlık, utanç, öfke... Hangisinin ağır bastığını düşünmüştü defalarca, içinden çıkamayınca da oluruna bırakmıştı.
Kabus gibi geçen son iki yılı da
hesaba katarsak tam 4 yılını vermişti .
Vahşi bir at gibiydi Ferit, ehlileşmeye yanaşmayan. Ama inat etmişti, bir şekilde ruhuna dokunacak, yaralarını
saracaktı güya. “Benim yanımda huzur bulmanı istiyorum” demişti hep, içindeki amansız kargaşayı, kendisiyle
hesaplaşmasını farkettiğinden beri . Becerememişti, huzur veremediği gibi,
huzuru da kalmamıştı. Bazı insanların kaostan beslendiğini biliyordu gerçi.
O’nun nasıl bir insan olduğunu çözememişti
bir türlü. Bazen bir çocuk kadar masum, bazen azılı katil gibi acımasız
olabiliyordu. Bir gün ak dediğine ertesi gün kara demesine alışmıştı. Bu ruh
haline dengesizlik demek haksızlık olurdu. Başka bir şey vardı çözemediği. Çoğu zaman hiç sevgi görmemiş
olabileceğini düşünür, ama sormaya cesaret edemezdi.
“Korkuyordu. Kendi etrafına ördüğü duvarlar onun
kalesiydi. Benimle ne zaman uzun uzadıya sohbete dalsa, duvarlarının gittikçe
yıkıldığını görüyor, endişeleniyor, ardından da sinirleniyordu. Savunmasız
hissediyordu belki de kendini” diye düşündü.
Ferit’in ruh dünyasına ilk kez
kendisi bu kadar girebilmişti. Tüm hırçınlığı , asabiyeti bu yüzdendi. O'nu anlıyordu ama yine de acımasızlığına kılıf uyduramıyordu. Şimdi O’nun açtığı yaraları tamir etmeliydi. Adını koyamadığı ne aşka ne tutkuya yakıştıramadığı bu duygulardan kurtulmalıydı.
Koliyi biraz karıştırınca içinden kırmızı renkli battaniyeyi çekti, koltuğa oturdu. Üzerini örtüp, sigarasını yaktı. Çayından bir yudum, kurabiyeden bir ısırık alıp, cep telefonunu kurcalarken Selma'nın gönderdiği şarkıyı gördü, dinlemeye başladı.
Boğazında düğümlenen hıçkırık olayım
Unutma beni, unutama beni
Gözünden damlayamayan göz yaşın olayım
Unutma beni, unutama beni
....
Birden hüzün çöktü içine. Ardından özlem geldi, boğazına yumruk gibi oturdu. Hemen şarkıyı susturdu, başka şeylerle ilgilenmeye çalıştı ama artık çok geçti.
Yalnızlık bataklık gibi çoktan içine çekmişti ....