"Yaralar vardır hayatta, ruhu cüzzam gibi yavaş yavaş ve yalnızlıkta yiyen, kemiren yaralar..."
İşte böyle başlıyor İranlı yazar Sadık Hidayet'in kitabı.. Elbette bu cümle ile beni hemen içine alıveriyor..Anlıyorum ki, kim ve ne olursa olsun, bu dünyada yaşayan her insanoğlunun ruhunun derinliklerinde bir açmazı var. İşte hayat, bu açmazların ya da yaraların gölgesinde sürüp gitmeye mahkum.. Ya güçlü olup , savaşacak, yüzleşecek , iyileştirmeye çalışacaksın. Ya da Kör Baykuş'ta olduğu gibi yenilip, vazgeçip, iblise teslim olacaksın.. Belki de özellikle sanat dünyasındaki eserler, bu mücadelede çekilen sancının güzel bir dışa vurumu...
Sadık Hidayet, 1903 yılında Tahran 'da doğmuş, itibarlı bir aileden gelen , İran Edebiyatı'nda önemli bir yer edinmiş büyük bir yazardır. Uzun yıllar Fransa'da kalmış, iki kez intihar girişiminde bulunup, üçüncüsünde ( 1951) bunu gerçekleştirmiştir. Kitabın sonundaki Sadık Hidayet Biyografyasında O'nu yakından tanımamızı sağlayacak şu cümleler geçmektedir :
- Adamdan saymadıklarına karşı dümdüz tutumu, bayağılık ve şirretlikleri maskaraya çeviren kıvılcımlı zekası, hiç bir ayrıntıyı atlamayan belirgin gözlem yeteneği; karakterinin belli başlı özellikleridir.
- Bir nükteciydi Hidayet, çok zaman o maskesi ardındaki üzgün düşünürü görmek imkansızdı hemen hemen. Bazı kimseleri ciddi bir söz söylemeye layık görmez, onlarla eğlenirdi sadece ; ama edepsizleşip gönüllerini kırmak istemezdi hiç.
- Ömrünün son yıllarında afyon düşkünlüğü, kapıldığı ümitsizlikten ve hayatını yavaş yavaş ölüme teslim etmek niyetinden ileri geldi.
- Bu roman, daha çok, sessizce katlanılan bir acının ifadesidir; kendisinin çektiği, onunla beraber hisseden ve terörün susturduğu diğerlerinin çektikleri acıların ifadesi..
Kör Baykuş, İranlı olmasına rağmen, yazarın Hindistan 'da yayımladığı bir roman. Bir çok dile çevrildiği gibi, Behçet Necatigil çevirisiyle de Türkçeye ve bize kazandırılmış bir başyapıt...
Elbetteki, ilgi ve bilgi alanım olmaması sebebiyle kitabı eleştirecek değilim. Amacım, henüz okumayanlara duyurmak. Kitap oldukça kısa. Ancak her bir cümlesi geniş açılımlar yapılabilecek kadar anlam yüklü... İlk başta okurken devaju mu dediğim cümle tekrarları, zamanla yazarın tarzı olduğunu anlamamı sağladı.
Kitap gerçekle hayalin arasında savuruyor okuyucusunu. Derin bir hüzün, derin bir yalnızlık, ölüme meydan okuma, ama mümkünse ölümden sonra yok olma isteği hakim . Bütün bunlara sebep ise, daha çocukluktan başlayan aşkın, tutkulu ve platonik olması sebebiyle, saplantı haline gelmesi, aşkın nefretle , tıpkı bir "adamotu" gibi birbiri içine girmesi... Kitapta birbirinden farklı bir çok kişinin, aslında tek bir kişiliğin yansıması olduğunu sonunda anlıyorsunuz. Yani kitabın kahramanı ile sevdiği kadının değişik karakterlere bürünmüş halleri......
İşte kitaptaki , çok hoşuma giden cümlelerden seçmeler:
- Hayat tecrübelerimle şu yargıya vardım ki, başkalarıyla benim aramda korkunç bir uçurum var, anladım, elden geldiğince susmam gerek, elden geldiğince düşüncelerimi kendime saklamalıyım.. (s.15)
- Sanki ismini eskiden biliyordum. Gözlerinin parıltısına, rengine, kokusuna, hareketlerine öylesine aşina idim ki, ruhlarımız önceki bir hayatta , cisimsiz maddesiz bir alemde karşılaşmış da tek asıldan, tek maddeden oluşmuş, böylece bizim yeniden birleşmemiz adeta kaçınılmaz olmuştu. Ben bu haytta da onun yanında olmalıydım. (s.20)
- Hem sonra , yaşarken nasıl başkalarının uzağında kalmışsa, şimdi de diğer ölülerin uzağında kalması gerekiyordu. (s.32)
- Zifiri bir gecenin koynunda kımıldayıp duruyordum, ömrümü dalgalarına gömmüş, derin bir geceydi bu...
Doğa ile aramda bir bağ kurulmuştu, ruhuma inmiş, çökmüş derin karanlıkla benim aramda bir bağ. Böyle bir sessizlik, bizim anlayamadığımız bir lisan gibidir. (s.33)
- ....sanki ben ömrüm boyunca bir kara tabutta uyuyordum hep..... (s.34)
- Ben hep, dünyada susmaktan daha iyi bir şey yoktur, Butimar* gibi olan insan daha iyi insandır diye düşünürdüm.. (s.39)
- Bütün hayatımı bir salkım üzüm gibi avucumda sıkmak istiyorum, suyunu, hayır, şarabını damla damla, gölgemin kurumuş boğazına akıtmak istiyorum, kutsal su gibi. (s.39)
- Pencereden dışarı bakmaya korkuyorum, kendimi aynada görmekten korkuyorum. Nereye baksam çoğalmış gölgelerimi görüyorum .. (s.40)
- Hayat bana tek ve değişmez bir mevsim oldu hep. Bu hayat bir soğuk bölgede ve sonsuz bir karanlıkta geçti adeta, öyle ki bağrımda hep aynı alev vardı ve o beni bir mum gibi eritti. (s.41)
- Dünya , ıssız yaslı bir ev gibi görünüyordu gözüme ve ben bağrımda bir acı duyuyordum. Evin bütün odalarını yalın ayak dolaşmak zorundaydım sanki .. (s.55)
- Ben çoğu zaman , unutmak, kendimden kaçmak için hatırlıyorum çocukluğumu.. (s.60)
- Tek tesellim ölümden sonra hiçlik ümidiydi; orada tekrar yaşamak düşüncesi içime korku salıyor, beni hasta ediyordu. Ben ki henüz yaşadığım dünyaya bile alışamamışım, bir başka dünya neyime yarardı benim ? Bana göre değildi bu dünya.... (s.69)
- Yalnız ölüm yalan söylemez !
Ölümün varlığı bütün vehim ve hayalleri yok eder. Bizler ölümün çocuklarıyız, hayatın aldatmacalarından bizi o kurtarır.. ( s. 69 )
- ....ayna karşısında konuşuyordum kendimle " Derdin öyle derin ki, gözlerinin ta derinlerinde. Ağlayınca gözyaşın gözlerinin derinlerinden geliyor, yoksa akmazdı gözyaşların ! " (s.72)
- Bu dünyanın insanlarıyla, dirilerle nasıl konuşulduğunu unutmuştum her halde... (s.76)
-.... oysa bütün kalbimle de tiksiniyordum ondan, öyle sanıyordum ki aşk ve kin aynı şeydiler.. (s83)
- Başka türlü düşünüyor, başka türlü hissediyordum; ve bilmiyordum kendimi onun elinden - içimde uyanmış ifritin elinden - nasıl kurtaracağımı. (s.84)
- Önümdeki mangalın ateşinden, geriye bir üfleyişte uçup gidecek bir avuç kül kalmıştı. Hissettim ki benim düşüncelerim de dayanıksız bir avuç kor gibidir, kül olmuştur, bir üflemeye bakar.. ( s.85)
İyi okumalar...
* Butimar, deniz kıyısına çöken , ancak denizin bir gün kuruyacağı düşüncesiyle hiç su içmeyen bir kuş.