22.11.2017



Sahte gülüşlerin alacaklısıyım ben,
Çoktan vazgeçmişken gerçeğinden...

18.11.2017

ÖLÜ KADINLAR MEMLEKETİ / BURÇE BAHADIR

Şener Şen ile Uğur Yücel'in rol aldığı  " Eşkiya" filminin çok etkileyici bir sahnesi vardır. Uğur Yücel aldatıldığını öğrenince, soluğu otel odasında alır, sevgilisi ile aşığını öldürmek için. Eşkiya ve arkadaşları da arkasından koşarlar. Silahı doğrultur  korkudan titreyen aşıkların üzerine. Eşkiya engel olmaya çalışır, kendisi gibi ömrünün en güzel yıllarını hapiste çürütsün istemez. Bırak der,  değmez.  Gençliğini yaktığına değmez... Uğur Yücel  silahını indirir ve odadan çıkarak kapıyı kapatır. Aşıklar derin bir nefes alırlar,  ölümün kıyısından dönmenin verdiği rahatlıkla..Sanki az önce ağlayan, yalvaran onlar değilmiş gibi... Sanki Azraille girdikleri savaştan zaferle çıkmış gibi.. İşte tam o anda Cumali (Uğur Yücel) geri döner, hışımla kapıyı açar ve  "dan dan dan".....
....
Burçe Bahadır'ın kitabı Ölü Kadınlar Memleketi'ni duyduğumda çok heyecanlanmıştım. Yüksek lisans yapsam kesinlikle böyle bir konu seçerdim dedim kendi kendime. Kitap elime geçtiğinde açıp okuyamadım ilk anda. Hatta bilerek imtina ettim.  Biliyordum içim acıyacaktı.Kendimi toplamam zaman alacaktı.
İçimdeki Eşkiya  bırak okuma, değmez diyordu. Kaldıramazsın, şimdi sırası değil dağılmanın. Evet hem de hiç değildi. Yapılacak bir sürü iş vardı, vaktim azdı. Okumak neyse de , sonrasında toparlanmak uzun sürecekti . Nihayet, Cumali teslimiyetiyle  ikna oldum. Okuma fikrini erteledim. Mantıklı karar vermenin  rahatlığıyla pencereye doğru gidiyordum ki, kendimi masada, kitabın başında buldum . Ve dan dan dan..... okuduğum her cümle kurşundan farksızdı...

Burçe Bahadır 'ın cezaevlerindeki kocalarını öldüren kadınlar ( Suna ve Nigar)  ve eşlerini öldüren kocalarla (Ahmet, Hamit, Veysel)  yaptığı konuşmalardan oluşuyor  kitap. En sonda da kızını kaybeden baba (Seda'nın babası) , kardeşini kaybeden abla ( Gönül'ün ablası)  ile yapılan  görüşmeler aktarılıyor.. (Aslında belegesel olarak çekilmiş,  daha sonra kitap haline getirilmiş.) Böylelikle gazete haberlerinden farklı olarak sadece cinayet anına değil, çok öncesine  odaklanıyorsunuz. Katili cinayet işleme noktasına  getiren ne , maktul  nasıl olmuş da kendini kurtaramamış, neden  bu kadınlar öldürülüyor  onu görüyorsunuz. Ailenin kadına şiddet görmeyi  kader olarak, erkeğe de şiddet uygulamayı  hak olarak nasıl dayattığını / kabullendirdiğini anlıyorsunuz... Tecavüzün  sadece ıssız bir yerde, gece karanlık kuytularda, sokakta, tanımadıklarınızdan değil,  evde,  koca  ( adı da yasal tecavüz bir bakıma), kayınbaba,  baba, erkek kardeş   tarafından da gerçekleşebildiğini görüyorsunuz.

Anladığım şu ki, cinayet sadece işleyenin değil, toplumun çoğunluğunun suçu.  Çünkü bir bakıma toplum azmettirici rolünde. Cinayetler bir şekilde namus kılıfı içine sokuluyor. Artık ölmek/ öldürmek kaçınılmaz. Namussuzluğu affetmek hoş karşılanmıyor, tam tersine cezayı kesen  takdir ediliyor. Mahkumların hiç pişman olmaması ise işin ayrı bir boyutu. 

Kadınlar kendini, erkekler namusunu kurtarmış. 

Şiddetin eğitimle çok da ilgisi yok bana göre. Sadece tarz değişikliği var. Temele indiğimizde değersizleştirme, hiçleştirme  hepsi. Kadını  sindirme ! Çünkü ancak bu yolla  erkek toplumda kendine yer edinebiliyor, ancak böylelikle kendi yetersizliğini, aczini   kamufle ediyor. Babanın takdirini kazanmanın, toplumda kahraman olmanın yolu kadını ezmekten geçiyor. Böyle bir ailede yetişen çocuklar erkekse, geleceğin şiddet yanlısı erkeği, kızsa  çoktan  bu çarkın bir parçası,  çaresiz  boyun eğeni.... Bu kısır döngü hep böyle  devam ediyor.

Bu cinayetlere nasıl engel oluruz, şiddet  gündemimizden nasıl kalkar,  kadınlar öldürülmekten, çocuklar şiddet görmekten nasıl kurtulur derseniz,  iki şekilde mümkün. Sıcak, sevgi dolu bir  aile ortamı ve  erdemli birer vatandaş olmayı öğreten eğitim sistemi.Ama bu iki kurum bizzat şiddetin, tecavüzün, sevgisizliğin, korkunun menşei...  Yani demem o ki,  başımız fena halde dertte !!! 

Erkeklere;  kadının  köle ya da mal değil, birey olduğunu,
Kadınlara; insanca yaşama hakları olduğunu  anlatmanın bir yolu olmalı.....
Erkeklere; tecavüzün veya  cinayetin veya  şiddetin hiçbir şekilde affedilir bir yanı olmadığını,
Kadınlara; kıskanmanın sevgi, evliliğin esaret,  dayağın kocaya bahşedilmiş bir hak olmadığını anlatmanın bir yolu  olmalı......
Erkeklere; şiddetin sadece fiziksel olmayıp, ekonomik, duygusal..vb. bir dolu çeşidi olduğunu,
Kadınlara; ayakları üzerinde durmayı öğrenmeleri gerektiğini  birileri anlatmalı....
Elbette bunları çoğaltabiliriz.  Yeter ki kadınlar ve çocuklar tellerin ardına geçmeden kendilerini güvende hissetsinler.... Yeter ki hafifletici sebepler, iyi hal tecavüz ve kadın cinayetlerinde ceza indirimine sebep olmasın , en ağır cezalar verilsin ki caydırıcı olsun...

Kitap hakkında fikir sahibi olmanız açısından bazı cümleleri alıntılıyorum. İyi okumalar, sevgiler....

- Milyar yıl önce yine sessiz yine uçsuz bucaksız yeryüzünde  Adem'in Havva'ya vermiş olduğu kaburganın borcu bitmedi gitti.Şimdi Giresun'dan Hatice, Van'dan Ayşe, İstanbul'dan Emine ödemek için uğraşıp dursunlar.....

-Türkiye'nin bütün kadınları sanki Stockholm sendromundan muzdaribiz. Bizi rehin alan,tutsak eden ve nihayetinde öldüren zihniyete kendimizi emanet ediyor, sevdiğimizi zannediyor,yanından ayrılmak istemiyoruz. Kendi bileklerimizi ona uzatıyoruz, kelepçelesin diye bekliyor,işini kolaylaştırıyoruz.....

- 84 yıldan açılıp, Hamit'in yüreciğini biraz hoplatmışlar ama namustu, tahrikti, orospuluktu derken mutlu sona ulaşılmış nihayetinde.
84 yıl düşe düşe 14 yıla düşmüş işte....

- ....Dayak meselesine gelince... Erkek olmak bunu da gerektiriyor diye düşünüyor Suna. Erkekler çok çabuk sinirleniyor. Kendilerine hakim olamıyorlar. Doğaları böyle. Babası da böyleydi Suna'nın. Yine de çok severdi O'nu. Korumak istediğini bilirdi. Babası Suna'yı çok sevdiği, korumak istediği için öyle döverdi. Öğretmek için.Yoksa niye öyle bir kötülük yapar ki insan kızına. Canı acısın ister mi insan hiç kendi çocuğunun?..

-...Sesini biraz bile yükseltmeye cesaret edemeyen korkak Suna, O'na vuran birini ittirmeyi bile düşünemeyen ürkek Suna, her tartışma sonrasında yok olmayı, görünmez olmayı dileyen zavallı Suna şimdi içinde tuhaf bir zevkle bıçağı Hakkı'ya saplıyor.

- Yukarıda biri oturuyor. Hakimmiş. Nasıl yaptın diye soruyor. Biri hızlı hızlı yazıyor. Herkes telaşlı, herkes çabuk. İlk defa Suna sakin hayatında, diğerleri telaşlı.....

- "Bu cezaevinde kendini nasıl hissediyorsun" diye sordum; mutsuz, umutlu ya da kapana kısılmış gibi diyeceğini zannederek. " Özgür ve emniyette" dedi...

- Sonrası bildiğimiz telden. Haydi bir istatistik bilgi de ben vereyim. Türkiye'nin yüzde 80'inden daha farklı düşünmüyor Hamit. Erkektir gezer de tozar da diyor. Kadın evine bakacak,kocasının çocuklarının ardını toparlayacak  diyor. Erkeklerin biraz daha eğitimlisi Hamit'in fikirlerini daha geniş kelime dağarcığıyla anlatabilme yetisine  sahip sadece. Eğitimine göre kelimeler değişiyor. Ambiyans aynı.....

- İyice emin olmak için " namus dışında bir sebepten öldürebilir mi koca karısını?" diye soruyorum. Neyse ki öldüremezmiş. Tek sebep namus olmalı.Gerçi namus kavramının içine sokak orospuluğunun yanı sıra başkasına aşık olmak, başkasıyla mutlu olmak,boşanmak istemek, sokağa çıkmak, işe girmek, pazara gitmek, misafirlik etmek,perdeyi açmak,yemeği tuzlu yapmak, tuzu az koymak, sokakta yürürken karşıdan gelen adama bir an için bakmak, adamı kendine baktırmak, kafayı yerden kaldırmak,açık giyinmek, parfüm sürmek, çocuk doğurmak istememek,adamın ailesiyle iyi geçinmemek de girebiliyor.Bütün bu sebeplerden öldürülen kadınları gazetelerden okuduk.Bunlar dışında rahatız ama.Hala yaşayabiliriz.

- Korkup kararlarından caymaları için tek sebep var, o da cezanın uzun süreli olması. Kulaktan kulağa duyuyorlar,  kahvede , sokakta birbirlerine hemencecik haber ediveriyorlar. " Öldür , on sene yatar çıkarsın" diyorlar. Ve asla yanılmıyor, hayal kırıklığına uğramıyorlar. Gerçekten de öldürüp, on bilemedin on küsur senede çıkıyorlar.

-Bir insan bu kadar yanılabilir mi? Sanki yeni çözmeye başladığını sandığı bir alfabeyi aslında bambaşka şifrelerle okuduğunu anlıyor.O işaret aslında bu demek değilmiş. O harf böyle okunmazmış. Seda'nın sahiplenme sandığı, esasında Haluk'un tahakküm etme arzusuymuş. Seda'nın ilgi saydığı, Haluk'un kıskançlığıymış. Seda'nın aşk diye kandığı aslında kendi gücünü sınamasıymış.

-" Bir evde şiddet varsa o aile her türlü dağılıyor."

- Bir yerde katil olan başka bir mekanda zavallı korkak biri haline gelebiliyor. Güç elindeyken zalim, değilken mazlum olabiliyor. İnsanoğlu çok tuhaf hakikaten. Hep elindeki kartlara göre oynuyor. 

- Tecavüz ve cinayetlerin hiçbir mazereti olmadığını öğrenmek için dünya kaç kere daha dönmek zorunda kalacak bilmiyorum...

- Bunca zaman sonra daha eşit, daha güçlü, daha özgür bir konumda olması gerekirken biz kadınlar, şimdi yaşamak, hayatta kalmak için uğraşıyoruz. Sokakta yürüyebilmek, dayak yememek,tecavüze uğramamak , satılmamak için kan döküyoruz.

-Fakir olmak, zengin olmak,eğitimli, cahil, işçi, memur, uzun kısa, güzel çirkin hiç farketmiyor. Kadın olmak yeterli bedel ödemek için bu gezegende, hele ki bizim memlekete. Yeter ki o  bedeli öderken canımızdan olmayalım, ucuz kurtulalım. 

- "Son sözün ne olur?" diyorum. Havva gözlerini, gözlerime dikiyor. Ama şimdi ne çenesini kaldırmış öfkeyle, ne de sinirden elleri titriyor; öyle bırakmış kendini, öyle acılı, öyle yalnız ve çaresiz: " Eğer ki bir erkek seni öldürürüm diyorsa, kadın ona inansın " diyor...


27.10.2017

AGORA




Hyptia ismini , arkadaşım " bu da benim kedim Hyptia "  dediğinde  duymuştum ilk kez. Dün akşam film ararken karşıma çıktı  "Agora" ve soluksuz izledim. Yönetmenin Diğerleri ve İçimdeki Deniz filmlerini de izlemiş, özellikle Diğerleri'ni çok ilginç bulmuştum.
Film, M.S. 4. yy da  yaşamış ünlü bir matematikçi, filozof ve astronom olan  güzeller güzeli Hyptia'nın hayatını , tam da Paganlık- Hristiyanlık - Yahudilik çatışmasının ortasında anlatıyor. Mekan ve kostüm oldukça  başarılı, izleyiciyi filmin içine çekiyor. 
Film  bittiğinde  düşündüğüm ilk şey, o zamandan bu zamana  hiçbir şeyin değişmediği oldu. İnsanlar hala düşünceleri, inançları ve yaşam tarzları nedeniyle yargılanıyor, cezalandırılıyor, acı çektiriliyor. İnsanlar kendi gibi düşünmeyenlere karşı hala hoşgörüsüzler.
Hyptia , onca baskıya rağmen, sormaktan, araştırmaktan vazgeçmeyen , hayatını bilime adamış, öğrencilerine dersler veren hem güzel, hem zeki bir kadın..
Yıllar önce çekilmiş olmasına rağmen nasıl olmuş da gözümden kaçmış bilmiyorum. Tarihi filmlerden hoşlananlara kesinlikle tavsiye ederim.


23.10.2017

SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK

Sanırım , Türkçeye yeni bir kavram kazandırmanın vakti geldi. Aslında ön ek de diyebiliriz. Yani uygun gördüğünüz kelimenin önüne koyabilirsiniz. 
"sürdürülebir"....
Yani, 
sürdürülebilir çevre
sürdürülebilir kalkınma
sürdürülebilir tarım
sürdürülebilir enerji....
Örnekleri çoğaltabiliriz ama gerek yok bence karmaşaya. 
Bu kavram dünyada yeni kullanılmaya başlanmış. 30 yıllık bir geçmişi var. Dünyada kullanılıyor da, Türkiye'de  bilen yok . En azından son günlerdeki gelişmeler bihaber olduğumuzu gösteriyor.
"Sürdürülebilirlik" ; ihtiyaçların, kaynakları doğru kullanarak, sonraki nesillerin de yararlanmasını tehlikeye atmadan giderilmesi. Yani  benim anladığım bu. Mirasyedi gibi doğayı talan etmeden, zarar vermeden, devamlılığı ve verimliliği göz önünde bulundurarak yaşamı idame ettirmektir sürdürülebilirlik. Gelecek kuşakların hakkından çalmadan, onlara insanla barışık, dengeli bir doğa bırakabilmektir.
Bu da atılan her adımda uzun vadeli düşünmeyi, ciddi araştırma yapmayı, işbirliğini gerektirir. Kısa vadede kazanç gibi görünen  projelerin uzun vadede neleri kaybettirebileceğinin hesap edilmesini gerekli kılar. 
İşin özü, doğanın, doğal güzelliklerin, toprağın veriminin, binlerce yıllık tarihi ve arkeolojik kültürün/ mirasın, suyun, havanın  sahibi değil, emanetçisiyiz .Kestiğimiz her ağaç,  yaktığımız ve sonradan üzerine bina diktiğimiz her orman iklim değişimlerine sebep oluyor. Deniz kıyılarına diktiğimiz her bina , tarım yapılan araziyi etkiliyor. Kullandığımız enerji kaynakları ( kömür vs.) havamızı kirletiyor. İnsan, elinin değdiği yeri mahvediyor ne yazık ki... Oysa, insan gibi yaşamak  ve bizden sonraki kuşakların  hayatını riske atmamak için bilinçlenmemiz ve  düzenlemeler yapmamız şart. 
Mesela, kıyıda, su ile toprağın buluştuğu çizgiden 100 metre (karaya doğru) geride bina yapabilirsiniz.  Geçenlerde bir konuda araştırma yaparken, bu mesafenin 10 metre olması yönünde çalışmalar  yapıldığına  rastlamıştım. Neyse kabul edilmemiş . 
Meclis bahçesindeki koruma altına alınmış olan caminin koruması kaldırılmış !!! Yani yıkılacak. İyi de, yapılan işlemin kanuna uygun olması, doğru olduğunu göstermez ki...Anıların, kültürel değerlerin, olaylara sahne olmuş mekanların, alanların ..... hepsinin gelecek kuşaklara aktarılması şart. Onlara karşı borcumuz bu bizim...
Hem tarım, hem hayvancılıkla uğraşan  dünyadaki ender ülkelerden biriyken,  geldiğimiz noktaya bir bakın...Buğdayımızı, etimizi dışarıdan ithal eder olduk. Bırakın sonraki kuşakları, kendi karnımızı doyuramıyoruz...
Ormanlık alanda, ağaçları keserek  , o sevimsiz binaları dikmeyi marifet sayıyoruz..Hem görüntü kirliliği, hem tabiatın katledilmesidir bu. 
İklim ve coğrafi açıdan  o kadar güzel memlekette yaşıyoruz ki... Toprağımız öylesine verimli ki...Eğer böyle devam edersek, sürdürülebilirliği her alanda devreye sokmazsak, bilinçlenmezsek,  rant peşinde koşmaktan vazgeçmezsek, çocuklarımıza  bırakacağımız tek miras, toprağı çorak, havası ve suyu kirli, ot bitmeyen, kuş ötmeyen bir vatan olacak.... 
Sevgiyle kalın....



11.10.2017

...

Bürokrasi nasıl işliyor bilmiyorum.Çok bilgim yok ama merak da etmiyor değilim. Yani yukarıdakiler, tepedekiler, yönetenler bunca sorunla nasıl boğuşuyorlar? Gün geçtikçe artan , bir şekilde üstü örtülen, daha doğrusu örtülmeye çalışılan şiddet , tecavüz, işsizlik, çocuk kaçırma vs.  karşısında kimler nasıl bir çalışma yapıyor?  Mecliste verilen önergelere kimler "ne gerek var görüşmemize" diyerek itiraz ediyor, hangi akılla, hangi gerekçeyle bu itiraz? Sınav sistemi, eğitim sistemimiz, sağlık konusundaki aksaklıklar, binlerce üniversite mezunu gencin gelecek endişesi konusunda kimler konunun ehli olanlardan bir rapor hazırlamasını istiyor? yani var mı böyle birileri?
Bir kafede bize servis yapanın psikoloji mezunu olduğunu öğrendiğimde içim cız etti. Yetmedi , şu kız da elektrik mühendisi dediler.  Bu gençler ne diye kendi iş alanlarında çalışamıyor? 
Yukarıdakiler ne yapıyor bilmiyorum..
Yönetilenler Hale Soygazi yalan mı söylüyor, yoksa şöhret peşinde koşan birinin kurbanı mı merak ediyor. Haaa bir de Gülben Ergen meselesi var .Şu konular aydınlatılsa da  rahat bir nefes alsak !!!
Neyse, yine de ümitvar olmak lazım değil mi?

5.10.2017

SINAVSIZ İKİNCİ ÜNİVERSİTE KAYITLARINDA YARIN SON GÜN....

Bu sadece bir hatırlatma yazısı.. Üniversite mezunları için sınavsız ikinci bir bölüm okuma imkanı yarın sona eriyor. Hatırlatmakta biraz geç kaldığımın farkındayım ama düşünenler için hala vakit var...
Netten ayrıntılı bilgi edinebilirsiniz. İkinci üniversiteye ilk kez başvuracak olanlardan, yine oturduğunuz yerden  edinebileceğiniz belgeler isteniyor ( mesela transkript, ben direkt öğrenci  işlerini arayıp, mailime göndermelerini istemiştim, sağ olsunlar anında bulup mail atmışlardı) 
Sosyoloji (ki benim favori bölümüm, herkese gözüm kapalı tavsiye ediyorum) felsefe,işletme, tarih, coğrafya, Türk Dili ve Edebiyatı bölümleri 4 yıllık...Ayrıca iki yıllık bölümleri de var. Auzef yani İstanbul Ünv., AÖF ve Atatürk üniversitelerinin sınavsız ikinci ünv.programları var. Mutlaka başka ünv.lerin de vardır ama en yaygın ve en çok öğrencisi olanları tercih etmenizi tavsiye ederim ki sınavlara bulunduğunuz ilde girebilesiniz.
İkinci kez başvuranlardan sadece harç isteniyor :)
Yarına kadar düşünen, ilgilenen olursa ,bildiğim ve elimden geldiği kadarıyla yardımcı olmaya çalışırım.
Sevgiler...
*** Auzef ( İstanbulÜnv. ) 'e  kayıt için istenen belgeler;

• “ASLI GİBİDİR” onaylı Diploma/Geçici Mezuniyet Belgesi (Noter veya mezun olunan fakülteden)
• 1 Adet Fotoğraf
• Nüfus Cüzdanı Fotokopisi

29.09.2017

DÜNYA KAHVE GÜNÜ


10 günlük ev sahipliğim bugün itibariyle bitince ( misafirlerim gidince) sevgili arkadaşımın kahve  davetine nihayet icabet edebildim. Moskova gezisinden alınmış  fincanlardan hangisiyle içmek istediğimi sordu, mavi hayranlığıma rağmen siyahlı olanı seçtim. Kahve bahane, sohbet şahaneydi, her zamanki gibi. Eve döndükten sonra önce güzel , verimli sohbet için teşekkür babında, sonra da bugünün "kahve günü" olduğuna dair hatırlatma amaçlı iki mesaj aldım kendisinden..
Teeee 1983 'te Japonlar başlamışlar ilk kez kutlamaya... Amaç kahve sevgisini, kahve eşliğinde yapılan sohbetleri ve dostluğu paylaşmakmış. Sonra da 1 Ekim'e alınmış 2 sene önce. Artık evrenselleşen "Kahve Günü" 1 Kasım 'da kutlanmaya başlayacakmış...
Bize her gün bayram, her gün kahve günü..
Yeter ki sevdiğimiz insanlar, hoş sohbetler eşliğinde içelim kahvemizi. Gerçi sohbete çay eşlik eder, kahve yalnızların  tercihidir diyenler de var. 
Önemli mi ? Kahve ya da çay, yalnız veya dost meclisi, ayrılırken aklımızda, yüreğimizde  bi' şeyler olsun, sohbetten kazandığımız. Yeni kararlar, yeni fikirler, yeni ufuklar, yeni öğrenimler olsun... Yenilenerek çıkalım.
Ben bugün hepsini heybeme aldım da döndüm evime.
Hiç abarttığımı düşünmeyin. Sevgili Özden karşıma nadir çıkan/ çıkabilecek bir dost benim için.
Kahve de  toprak cezvede pişti ;)
Fincanı güzel, cezvesi özel, sohbeti şahane arkadaşımla biz kahvemizi içtik.
Sizin de "kahve günü"nüz kutlu olsun .
Sevgiler...