29.07.2016

Ölümüm,
ne hastalıktan,
ne yaşlılıktan....
Mutsuzluktan olacak sevgili, mutsuzluktan.....

Bu sözü nerede, ne sebeple , hangi ruh haliyle yazdım bilmiyorum. Ama kimin için yazdığımı bugün anladım....
Yüz hatları oldukça güzel.. Hokka gibi küçücük bir burnu var.. Ama gözleri, ah o gözleri....Buğulu mu desem, hüzünlü mü desem... Tarifi zor. Sesi titrek, konuşmaktan korkar gibi.  Gözleriyle sesini  birlikte düşündüğümde ağlamak üzere olduğunu hissettim.

Üzmeyin şu kadınları  !!!!!

2.07.2016

BAŞKALDIRAN RUHLAR / HALİL CİBRAN


Kitaplarına, yazı stiline,  tasvirlerine, ruh tahlillerine , ifadelerindeki naifliğe hayran olduğum bir yazar. Okumayanlar için Kırık Kanatlar kitabını da mutlaka tavsiye ederim. İnsanı içine çeken , bir solukta kendini okutan  kitapların yazarı Halil Cibran, yüzyılımızın filozofları arasında sayılmakta. Sadece bir yazar değil , aynı zamanda şair ve  ressam. Bana göre Lübnanlı olmasına rağmen batıda ve Amerika'da da yaşadığı için,doğu- batı sentezini çok iyi yapan bir yazar. İçinde doğduğu ülkenin hayat şartlarını, toplumsal yapısını dışarıdan objektif gözle bakmayı bilmiş, olayların, siyasal sistemlerin, din adamlarının , toplumsal  yapının ağır aksak giden, aldatıcı ve aynı zamanda dayatmacı tarafını çok iyi yakalamış. Doğudan vazgeçmeden , doğuyu  gözden çıkarmadan yapmış eleştirisini. İfadeleri yalın, anlatımı akıcı, psikolojiye olan ilgisi nedeniyle de tahlilleri hayranlık uyandıracak kadar güzel.
Sanat sanat için midir yoksa halk için midir sorusuna Cibran sayesinde  net cevabım , "ikisi de gayet güzel  olabiliyor işte..."
Bu kitabı bir kaç kısa hikayeden oluşuyor. Ana tema hepsinde hemen hemen aynı. Din adamlarının, siyasilerin,  ahlak kurallarının ele geçirdiği, hapsettiği ruhların uyanışına ve başkaldırışına dair örnekler. Refah içinde ancak boyunduruk altında yaşamaktansa, özgür fakat  zor şartlarda yaşamayı kabul etmiş, mutlu ve huzurlu insanların  onurlu mücadeleleri... Okumanızı şiddetle tavsiye ederim.







28.06.2016

Şart mıdır başlık... her seferinde ne yazsam diye gerim gerim geriliyorum. yazıların başlığı olmamalı :)

Sanki başlık sorun sadece. Buraya ne yazmam gerektiğini bilmiyorum ki. Aslında yazmak istediğim çok şey var da,  yazmamam gerek diye düşünüyorum.... Neyse başlayalım bakalım, suya sabuna dokunmadan , kimseye laf sokmadan , içimdekileri dökmeden   nasıl yazılırsa  artık....
Sınavlarım bitti. Artık 4. sınıfım. Şimdiden , bitince hangi bölüme başlasam düşüncesi sardı beni.  Bu kafayı meşgul etmek lazım.  Sayın savcımın dediği gibi  "hayat  boşluk kabul etmiyor". Sen kendini meşgul etmezsen,  tercih hakkını kaybetmişsin demektir. Hayatın dayatmalarına boyun eğmek zorundasın  ki  seni neyle oyalayacağı belli olmuyor. 
Dün akşam Halil Cibran 'ın Başkaldıran  Ruhlar'ını okudum. ( Aslında bugünlerde mutluyum ,  tekrar aynı heyecanla, aynı hızla, aynı istikrarla kitap okumaya başladığım için. ) O kadar güzel cümleler var ki, okudukça anlamı derinleşen.  İkisi benim için diğerlerine   en azından bugün ağır basıyor. 

"Merhamet, gerçekten suçlu olan bir mahkum için gereklidir, bir masuma gelince, onun ihtiyaç  duyduğu tek şey adalettir."

Zaten darb-ı meseldir. Kendinin savcısı, başkalarının avukatı gibi davran.Çoğumuz biliriz de, uygulayanımız pek azdır. Yukarıdaki sözle bağlarsam,  kendinin avukatı olur, kendini haklı çıkarırsan, bir de adalet istiyorum zira masumum dersen, yandı gülüm keten helva. Hepimiz yaptıklarımızın bedelini ödemek zorundayız. Ödeyelim de. Yeter ki vicdanımız rahat olsun. 

Çok konuşan insanları sevmiyorum.  
Çok konuşanlar ya bilmeyenlerdir, cahilliklerini örtmeye çalışırlar. Ya suçludurlar, suç bastırırlar. 
Çok konuşan, karşısındakini dinlemez, dinleyemez. Bu nedenle de yaptığı sorunu çözmek değil, öfkesini,nefretini kusmaktan ibarettir. 
Tam yirmi gün önce feci bir trafik kazası geçirdim.  Gece yolculuğuna alışkınım. Acemi değilim. Ama sabah İzmir'den İstanbul'a  yola çıkıp,  akşama kadar bir oraya koş, bir buraya koş, işlerini bitir,  sonra tekrar yola çık, iftarı yolda yap. Gece 11. 30 , bünye pes etti, trafik affetmedi , gözlerim kapanmış ve bammmm. Önce bariyerler, ardından   önümde giden dolmuşa çarpmışım ki, zavallı adam iki takla atmış.  Arabadan çıktığımda yan yatıyordu  garibim dolmuş. Arabam pert oldu. Allahtan sağlam  arabaymış da burnum bile kanamadı. 
Çok şükür can kaybı yok. 
Can kırıklığı var. 
Ahım tuttu diyene ,
Oh olsun diyene kırgınlığım var. 
Ben neymişim de bunca insanın ahını, bedduasını  üzerime çekiyorum anlamadım ki :)
Biri de "Allah belanı versin" demişti:))  Versin, versin ki diğer tarafa bi'şey kalmasın. Versin ki, sizin başınız göğe yükselsin . Yeter ki siz iyi olun, huzurlu olun . Sizin hayatınız günlük güneşlik olsun, işleriniz  yolunda gitsin. Öyle mutlu , öyle mutlu olun ki, aklınızın ucuna bile gelmeyeyim. N'olur gelmeyeyim...

Neyse, bir nebze rahatladığıma göre, bu kadarı yeter. 
Diğer söz neydi, çok da önemli değilmiş demek ki... :)) 

24.06.2016

BİR KADININ YAŞAMINDAN YİRMİ DÖRT SAAT

Aristo'nun  Poetika kitabının ardından , biraz düşünme payı kalsın, o güzel beyinciğim azıcık dinlensin  diye elimin altındaki kitaplara baktım ve   Stefan Zweıg'in   Bir Kadının  Yaşamından Yirmi  Dört Saat'i gözüme kestirdim.  ( Vay be,  bir kitap tanıtımı yapacağım, üstelik  öncesinde okuduğum kitabın adını da veriyorum. Durun bitmedi, şimdi ben aynı yazarla ilgili daha önce yazdığım  yazıya  bağlantı vereyim de havam tam olsun  ) 

Orhan Pamuk, " bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti " diye başlar ya hani Yeni Hayat romanına... Bu öyle hayatınızı değiştirecek  bir kitap değil. En azından benim hayatımı değiştirmedi. Sizin adınıza konuşmayayım . İncecik bir kitap olduğuna bakmayın, çok esaslı mesajlar  veriyor bana göre. Anlatımı oldukça akıcı,  karanlık bir nokta kalmıyor, anlattığı her neyse, hangi duyguysa, hangi ortamsa aynen yaşatıyor.  Sanki kitabın kahramanı sizmişsiniz gibi... Acıyı, umutsuzluğu, utancı, nefreti, tutkuyu içinizde hissediyorsunuz. İşte bunlardan dolayıdır ki,  etkilendim. Öyle bir  noktaya geldi ki  hikaye, kitap elimde  dakikalarca kalakaldım. Nasıl ya dedim kendi kendime... Bir insan nasıl kendi içinde bir birine bu kadar zıt iki kişilik sergileyebilir.  Kendisi için yapılan fedakarlığı nasıl görmezden gelir? Hayata bağlanması için,  birinin kendi hayatından vazgeçişinin  karşılığı  bu mu olmalı?  Bırakın minnet duymayı, öfke ile hakaret ile  aşağılama ile  karşılık vermesi nasıl bir mantığın eseridir ? Tutku insanı  nerelere sürükleyebilir? Hayatın geneline baktığınızda oldukça kısa sayılabilecek 24 saat  insan hayatını bu kadar derinden nasıl etkileyebilir? 
Daha fazla  açıklamaya gerek yok , okunmalı diyorum.


13.05.2016

BEN ZATEN HER ACININ TİRYAKİSİ OLMUŞUM....


Bedenim acıyor, ruhum acıyor,yüreğim acıyor...
Ne garip bir gündü dün....
Düştüm, yuvarlandım..Dağ keçisi gibi tırmandım. İnemedim..Sıcaklıkla hissetmedim. Şimdi fenayım.Hem de ne için, yabani kekik toplamak için ! İki kişi  cesaret edip çıkmamış, sen ne diye çıkarsın ? Çıkarken baktın zorlandın, devam etmeyip insene..Yok inatçıyım ya ben. aklıma koydum mu , bedeli ne olursa olsun, razıyım, yapmam şart. Üstelik, düştüğümü anlayınca  ( düşerken görmediler, zira manzara seyrediyorlardı hatunlar ! arkaları bana dönük..) ,  gelip yardım edeceklerine, ben daha kendimi toplayamadan fotoğrafım çekilmiş, ona buna çoktaaaan servis edilmişti. Gece sol omuzumun ağrısından uyuyamadım..
Güç bela eve geldikten sonra, akşamüstü arkadaşımın kızının durumunu öğrendim, empati yapınca, " acı hissetmiyordur değil mi ? doktorlar hissetmez dedi ama içim rahat değil " sözlerine takılı kaldım, Başka bir arkadaşımı arayıp, gerçekten bilinci kapalı olduğu için hissetmez  cevabı biraz rahatlattı. ama yüreğimin acısını dindirmedi.
Ruhum acıdı. hayal kırıklığına uğradım..Ayrıntısı bana kalsın..
Neticede bomboş bir akşam/ gece geçirdim..
Ama  işte, dün dünde kaldı.. Geçen / hafifleyen sadece ağrılarım oldu. Gerisi bende baki...
Bugün oturup, kendimi ne kadar verebilirsem ders çalışacağım. Ara ara dalıp gideceğim.. Bir cümleyi, üstelik oldukça basit bir cümleyi defalarca okuyacağım. anlamayıp, geçeceğim...
Hayatta iyi ki yapmışım , başlamışım dediğim ender şeylerden sosyoloji okumak.. Finallere az kaldı. Hırs yapmamaya karar verdim. tabi ne kadar uygulayabilirsem. Olduğu kadar, olmadığı kader  diyorum..


Okuyup paylaşmanız , destek olmanız dileğiyle .....

http://aylagingunlugu.blogspot.com.tr/2016/05/zuhal-olcay-konseri-daha-iyi-nefes-daha.html?m=1


12.05.2016

BİLİYORUZ DA....

"Aşina olan bilinmez"  demiş Hegel... Bugünlerde çok kullanıyor, her yere yazıyorum bu sözü. Gönül isterdi ki, bu kadar gerek kalmasın   tekrarlamaya. Hayat işte... Ne zaman ne olacağını kestiremiyoruz. Başımıza ne geleceğini... Dudağımızın ucuyla " vah vah" dediğimiz, dilimizden gönlümüze pek de inmeyen üzüntülerin, üzülmüş görünmelerin mesebbibi olan olaylara maruz kalacağımızı kestiremiyoruz. Ne aldığımız nefesin, ne sahibi olduğumuz sıhhatin kıymetini bilemiyoruz. Nankörlük değil  bunun açıklaması. İnsan elindekinin kıymetini bilmiyor da, ne yoksa onu istiyor şeklinde de açıklayamıyorum.  Bana göre, şükürsüzlük değil hayır. Aşinalık !!
Ölümle,savaşla, terörle, hastalıkla, yoklukla... o kadar iç içe yaşıyoruz ki.. O kadar aşinayız ki. Öylesine bildiğimiz şeyler ki.. Hissedemiyoruz ruhumuzda, vicdanımızda... Gözümüzün önünde  ama bizden çok uzak gibi ..
Bir anneye sormuşlar. Hangi çocuğunu daha çok seviyorsun diye.Kadın cevap vermiş; 
Küçüğünü büyüyene kadar,
Hasta olanı iyileşene kadar,
Gurbette olanı  eve dönene kadar....
Yani, insanın öncelikleri zamanla değişebiliyor.  Tıpkı bu anne gibi. Hangisi daha  korunmasız,  daha muhtaç,  daha uzaktaysa  O yavrusunu seven anne gibiyiz  biz de... Hangisi elimizde yok, hangisine daha çok ihtiyacımız var, neyin yokluğunu çekiyoruz , o daha önemli oluyor bizim için. Elimizdeki önemini yitiriyor.  Oysa hepsi elzem, hepsine muhtacız...
Belki de bu yüzden , ne büyük zenginliklere sahip olduğumuzun farkında değiliz. Ta ki elimizden gidene kadar. Duymamız, bilmemiz, görmemiz yetmiyor . Yaşamadan  bilemiyoruz, anlayamıyoruz, önemini idrak edemiyoruz. 
Yaşlılık ya da hastalık. Sadece çevremizdekilere özgü bir  son değil . Biliyoruz ki, mutlaka bizim de yolumuz düşecek, biz de o yollardan geçeceğiz. Ölüm bizim de kapımızı çalacak, çalana kadar ruhumuzda hissetmeyeceğiz. En azından çoğumuz. 
Tasavvufta  üç mertebe vardır. 
İlmel yakin
Aynel yakin
Hakkel yakin...
Yaratılmış ne kadar canlı varsa, elbette  belirli bir ömrü var. Hiç bir şey sonsuza dek kalıcı değil. Bunu biliyor olmamız ilmel yakin. Bir yakınımızın vefat ettiğini görmek aynel yakin.. Biz öldüğümüzde hakkel yakin  mertebesine ulaşmış oluyoruz. İş işten geçmiş olacak muhtemelen. O zaman  anlayacağız ne boş şeylerle uğraştığımızı, kendimizi boş şeyler için üzdüğümüzü, gereksiz yere hırs yaptığımızı son nefesimizi verirken idrak edeceğiz de düzeltmeye   fırsatımız olmayacak. Pişmanlık son nefeste uğrayacak ruhumuza, aklımıza, izanımıza.  Bunu biliyoruz.  Ama hissedemiyoruz. Yoksa niye didişelim ki birbirimizle, niye düşmanlık besleyelim ? Niye kötülük yapalım?..
Son zamanlarda  üzücü şeyler yaşıyoruz... 
Hiç durmadan şehit haberleri alıyoruz...
Sevdiklerimizi, yakınlarımızı kaybediyoruz...
Az önce bir arkadaşım, yavrusunun, canının, can paresinin hastanede olduğunu yazdı. Bilinci kapanmış.. Solunum sorunu varmış. 
Çok üzüldüm.
Yaşamadığım bir duygu. Allah da yaşatmasın. Evlad acısı ne demek bilmiyorum, Allah bildirmesin..
Bildiğim, annemi babamı kaybettim. Evlad acısı çok daha zordur sanırım.
İnşallah , kuzusu iyileşir arkadaşımın, kucağına alır  bir an önce..Sarılır sımsıkı..
Dün de  bir arkadaşımız annesini kaybetti. İşte bu kayıp, bildiğim bir acıydı.Zamanla içime daha çok koyan, ruhuma  yayılan, baş etmekte zorlandığım..
...
 Ahirete göçmüş anne babalarımıza, yakınlarımıza, sevdiklerimize rahmet diliyorum... Arkadaşımın  yavrusuna,  kimin hastası  varsa , hepsine acil şifalar diliyorum...
...
...