28.06.2016

Şart mıdır başlık... her seferinde ne yazsam diye gerim gerim geriliyorum. yazıların başlığı olmamalı :)

Sanki başlık sorun sadece. Buraya ne yazmam gerektiğini bilmiyorum ki. Aslında yazmak istediğim çok şey var da,  yazmamam gerek diye düşünüyorum.... Neyse başlayalım bakalım, suya sabuna dokunmadan , kimseye laf sokmadan , içimdekileri dökmeden   nasıl yazılırsa  artık....
Sınavlarım bitti. Artık 4. sınıfım. Şimdiden , bitince hangi bölüme başlasam düşüncesi sardı beni.  Bu kafayı meşgul etmek lazım.  Sayın savcımın dediği gibi  "hayat  boşluk kabul etmiyor". Sen kendini meşgul etmezsen,  tercih hakkını kaybetmişsin demektir. Hayatın dayatmalarına boyun eğmek zorundasın  ki  seni neyle oyalayacağı belli olmuyor. 
Dün akşam Halil Cibran 'ın Başkaldıran  Ruhlar'ını okudum. ( Aslında bugünlerde mutluyum ,  tekrar aynı heyecanla, aynı hızla, aynı istikrarla kitap okumaya başladığım için. ) O kadar güzel cümleler var ki, okudukça anlamı derinleşen.  İkisi benim için diğerlerine   en azından bugün ağır basıyor. 

"Merhamet, gerçekten suçlu olan bir mahkum için gereklidir, bir masuma gelince, onun ihtiyaç  duyduğu tek şey adalettir."

Zaten darb-ı meseldir. Kendinin savcısı, başkalarının avukatı gibi davran.Çoğumuz biliriz de, uygulayanımız pek azdır. Yukarıdaki sözle bağlarsam,  kendinin avukatı olur, kendini haklı çıkarırsan, bir de adalet istiyorum zira masumum dersen, yandı gülüm keten helva. Hepimiz yaptıklarımızın bedelini ödemek zorundayız. Ödeyelim de. Yeter ki vicdanımız rahat olsun. 

Çok konuşan insanları sevmiyorum.  
Çok konuşanlar ya bilmeyenlerdir, cahilliklerini örtmeye çalışırlar. Ya suçludurlar, suç bastırırlar. 
Çok konuşan, karşısındakini dinlemez, dinleyemez. Bu nedenle de yaptığı sorunu çözmek değil, öfkesini,nefretini kusmaktan ibarettir. 
Tam yirmi gün önce feci bir trafik kazası geçirdim.  Gece yolculuğuna alışkınım. Acemi değilim. Ama sabah İzmir'den İstanbul'a  yola çıkıp,  akşama kadar bir oraya koş, bir buraya koş, işlerini bitir,  sonra tekrar yola çık, iftarı yolda yap. Gece 11. 30 , bünye pes etti, trafik affetmedi , gözlerim kapanmış ve bammmm. Önce bariyerler, ardından   önümde giden dolmuşa çarpmışım ki, zavallı adam iki takla atmış.  Arabadan çıktığımda yan yatıyordu  garibim dolmuş. Arabam pert oldu. Allahtan sağlam  arabaymış da burnum bile kanamadı. 
Çok şükür can kaybı yok. 
Can kırıklığı var. 
Ahım tuttu diyene ,
Oh olsun diyene kırgınlığım var. 
Ben neymişim de bunca insanın ahını, bedduasını  üzerime çekiyorum anlamadım ki :)
Biri de "Allah belanı versin" demişti:))  Versin, versin ki diğer tarafa bi'şey kalmasın. Versin ki, sizin başınız göğe yükselsin . Yeter ki siz iyi olun, huzurlu olun . Sizin hayatınız günlük güneşlik olsun, işleriniz  yolunda gitsin. Öyle mutlu , öyle mutlu olun ki, aklınızın ucuna bile gelmeyeyim. N'olur gelmeyeyim...

Neyse, bir nebze rahatladığıma göre, bu kadarı yeter. 
Diğer söz neydi, çok da önemli değilmiş demek ki... :)) 

24.06.2016

BİR KADININ YAŞAMINDAN YİRMİ DÖRT SAAT

Aristo'nun  Poetika kitabının ardından , biraz düşünme payı kalsın, o güzel beyinciğim azıcık dinlensin  diye elimin altındaki kitaplara baktım ve   Stefan Zweıg'in   Bir Kadının  Yaşamından Yirmi  Dört Saat'i gözüme kestirdim.  ( Vay be,  bir kitap tanıtımı yapacağım, üstelik  öncesinde okuduğum kitabın adını da veriyorum. Durun bitmedi, şimdi ben aynı yazarla ilgili daha önce yazdığım  yazıya  bağlantı vereyim de havam tam olsun  ) 

Orhan Pamuk, " bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti " diye başlar ya hani Yeni Hayat romanına... Bu öyle hayatınızı değiştirecek  bir kitap değil. En azından benim hayatımı değiştirmedi. Sizin adınıza konuşmayayım . İncecik bir kitap olduğuna bakmayın, çok esaslı mesajlar  veriyor bana göre. Anlatımı oldukça akıcı,  karanlık bir nokta kalmıyor, anlattığı her neyse, hangi duyguysa, hangi ortamsa aynen yaşatıyor.  Sanki kitabın kahramanı sizmişsiniz gibi... Acıyı, umutsuzluğu, utancı, nefreti, tutkuyu içinizde hissediyorsunuz. İşte bunlardan dolayıdır ki,  etkilendim. Öyle bir  noktaya geldi ki  hikaye, kitap elimde  dakikalarca kalakaldım. Nasıl ya dedim kendi kendime... Bir insan nasıl kendi içinde bir birine bu kadar zıt iki kişilik sergileyebilir.  Kendisi için yapılan fedakarlığı nasıl görmezden gelir? Hayata bağlanması için,  birinin kendi hayatından vazgeçişinin  karşılığı  bu mu olmalı?  Bırakın minnet duymayı, öfke ile hakaret ile  aşağılama ile  karşılık vermesi nasıl bir mantığın eseridir ? Tutku insanı  nerelere sürükleyebilir? Hayatın geneline baktığınızda oldukça kısa sayılabilecek 24 saat  insan hayatını bu kadar derinden nasıl etkileyebilir? 
Daha fazla  açıklamaya gerek yok , okunmalı diyorum.